FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Tijen Savaşkan’a Mektup

Tijen Savaşkan’a Mektup

İstanbul, 31.5. 2025

 

Sevgili Tijen merhaba,

Zaman jet hızıyla ilerliyor, biz de pek yakında her zaman olduğu gibi Olimpos Çıralı’ya gidiyoruz.  Biliyorsun geçen yazı aylarca hastanede geçirmiştim ama hayalimde hep denizde yüzüyordum, denizin nasıl da insanı iyileştirici mucizevi bir gücü var, bunu sen de çok iyi biliyorsun. ALS hastası olan eşim Norbert için durum farklı, oraya gitmeyi kendisi çok istedi, oysa yüzemeyecek. Ama denizin kokusu, rengi, ışıltısı yeterli. Eskiden kaldığımız yer rengârenk çiçekler ve yemyeşil ağaçlar içinde cennet gibi bir yerdi. Ekonomik sıkıntıyla birlikte çiçek bakımı sona erdi ama yine de park gibi bahçesi portakal, limon, turunç, ceviz, zeytin, sapsarı çiçekler açan kaktüs ve kırmızı çiçekli nar ağaçlarıyla, çok güzel.

Wirginia Woolf’un izinde: Bilinçaltının gizemli yollarında

Tijencim bu sefer İstanbul’da fazla görüşemedik ama şu sırada Norbert’de yoğunlaştım. Ona  az da olsa mutluluk anları yaşatmak, onun sevdiği şeyleri bulmaya çalışmak kolay değil. Ama bir gün kütüphanemde Wirginia Woolf’un Yıllar kitabı gözüme çarptı. Biz birbirimize eskiden beri kitap okuruz. Ama ikimizi de ilgilendiren bir şeyi bulmak oldukça zor. Yıllar sonra da Mrs.Dalloway’i ona nasıl okuduğuma kendim de şaştım, çünkü Woolf’un bir cümlesi bir buçuk sayfa. Norbert bir tiyatro oyuncusu gibi iyi okuduğumu söylüyor. Sanırım bunun için kendimi iyice kaptırmam lazım. Biliyorsun Woolf’da ne karakterlerle özdeşleşebiliyorsun ne de seni çeken gerilimli bir olaylar örgüsü var. Ama Woolf insanların beyinlerine öyle bir girip bilinçaltını didik didik ediyor ki, etkilenmemek mümkün değil. Ben son yıllarda doğrudan kendi çalışmalarımla ilgili konularda o kadar odaklaştım ki, çocukluğum ve gençliğimdeki o olağanüstü okuma yetimi yitirdiğimi sanırdım, şimdi yıllar sonra bunun hiç de doğru olmadığını anladım. Hani gençken bisiklet kullanmayı öğrenir, sonra yıllarca kullanmazsın, sonra yıllar sonra bisiklete binmeyi yine denediğinde bisiklet kullanmayı bu hiç de unutmamış olduğunun bilincine varırsın (bisiklet konusunda tam da bunu yaşadım), okuma da  onun gibi bir şey.  Düşünebiliyor musun bir yüzyıl öncesindeyiz her şey yaşadığımız dünyadan çok ama çok farklı. Ama insanların konuşmaları, davranış biçimleri, yüzeysellikleri, benmerkezcilikleri, birbirlerini çekiştirmeleri, dedikoduları her şey ama her şey aynı. İşte beni zamanın getirdiği uzaklığın içindeki bu yakınlık çok etkiledi. Öte yandan humor anlayışı da hoş, zaman zaman insanları karikatürleştirse de bunu belli bir uzaklıktan belli belirsiz yapıyor. İnsanların birbirlerini sadece bölük pörçük alımlamaları, kendi dışlarına çıkamamaları, yalnızlıkları da bize çok tanıdık geliyor. Bir de günümüzde çok moda olan anı yaşa duygusu var ya, bu da Woolf’da çok belirgin. Söz gelimi iki kişi konuşuyor, biri ötekini dinlerken bir sözcükten tetiklenerek geçmişteki bir olaya takılıyor, aynı anda dışardan arabaların gürültüsü geliyor, aynı anda çocuk sesleri, aynı anda yağmur yağmaya başlıyor, aynı anda evin yardımcısı yemeyi getiriyor. Hepsi aynı anda oluyor ve sayfalarca sürüyor. Sıkıcı hiç değil, çünkü biz gerçekten de anı böyle yaşıyoruz. Anda odaklaştığında öyle çok şeyi aynı anda yaşıyoruz ki. Wirginia Woolf benim için yepyeni bir keşif oldu. Demek ki yaşamımızdaki her dönemin bir yazarı varmış. Gençken Woolf’u okuduğumda pek bir şey anlayamamış ve sıkılmıştım. 

Kucaklaşma ve Sarılma partileri

Woolf’da bir de bir İngiliz soğukluğu var, yarattığı karakterle kendisi arasında, karakterlerin birbirleriyle ilişkisinde,  insanlar birbirlerine dokunamaması dikkat çekiyor. Ama bu da söz gelimi  günümüz batı toplumlarına bakarsak çok mu farklı?  İnsanlar öylesine yalnızlar ki kucaklama partileri düzenleniyor. Duymuş muydun Cuddel party  Amerika’da icat edilmiş. Bu tür partilerde seks yok ama dokunma var, sevecenlik var, sıcaklık var, güven var, sevgi var. Birbirlerini hiç tanımayan insanlar bir araya gelip saatlerce böyle bir partide rahatlıyorlar. Amaç korunmalı bir alanda kendilerini iyi hissetmeleri. Bir TV programında izlemiştim, erkeklerle ilişkisinde sürekli hayal kırıklığı yaşayan, dahası şiddet gören çok alımlı ve güzel bir kadın Kucaklama Partisi’nde kendini bulduğu, kendi bedenini, kişiliğini keşfettiğini anlatıyordu. “Eskiden bir insana, özellikle de erkeklere yaklaştığımda korkardım” diyordu.“Ya başıma kötü bir şey gelirse korkusu ki, gerçekten de geliyordu. Kucaklaşma Partisi’nde her şey denetim altında olduğu için böyle bir tehlike yok”. Yine TV’de izledim, profesyonel sarılma ve kucaklaşma antrenörü bir adam da elinde Bedava  Kucaklaşma, İsteyene Bedava yazılı kocaman bir levhayla  dünyanın her yerinde şehir şehir gezip insanlarla kucaklaşıyor. Sarılma ve kucaklaşma antrenörü ne ilginç meslek değil mi? Alan da memnun, veren de;  bütün bunlar çok yapay ve hüzünlü geldi. İnsanlar batı toplumlarında nasıl bir yalnızlığın içindeler ki böyle bir şeye gereksinim duyuyorlar.

Günümüz hastalığı narsizm 

Günümüzde bu yalnızlık ve tükenmişliğin bence temelini kolektif narsizmde  buluyor. Kral Kaybederse dizisini izliyor musun? Liberal görünüşlü karizmatik bir iş adamı dilediğince yaşarken özgürlüğüne hiçbir sınır koymuyor. Karısını onun en sevdiği arkadaşıyla aldatıyor, sonra onu terk edip arkadaşıyla evleniyor, sonra evlendiği kadını terk edip yine eski karısına dönüyor. Terk ettiği yeni karısının sinir krizi geçirip akıl hastahanesine girmesinden hiç etkilenmiyor, bu arada başka kadınlarla da kırıştırıyor. Zaten bütün narsislerde olduğu gibi kendini başkasının yerine koyma, empati duygusu sıfır. Tek hedefi dilediğince yaşarken kontrolün bütünüyle onun elinde olması, bu açıdan da insanları dilediğince manipüle etmesi. Bu iş hayatında da farklı değil. Kral kendi kafasına göre yaşar ve kendi kontrolü dışında hiçbir şeye izin vermezken, çevresinde fır dönen kadınlar sadece erkek odaklı yaşıyorlar. Bu kadınların yaşamında erkekten başka bir şey yok gibi. Bu nedenle de birbirleriyle sürekli rekabet halindeler. Toplumsal cinsiyet açısından bakarsak bu insanlar cinsiyetçi ve ataerkil bir toplumun ürettiği kuklalar gibiler. Dikkatini çekti mi son zamanlarda yapılan dizilerde kadına şiddet uygulayan erkek tipi hiç de maço değil, tam tersine aydınlık fikirli, açık görüşlü liberal insanlar. Söz gelimi  kadının özgürleşmesi izleğini ele alan Bahar dizisinde Bahar’ın eski kocası ünlü bir doktor, psikolojik olarak Bahar’a her tür şiddeti uyguluyor, ama görünüşte tıpkı Kral tipi gibi son derece liberal, sevecen biri. Aldatma dizisindeki mimar karakteri de  benzer bir narsizm sergiliyordu. Yapılan araştırmalara göre narsizm daha çok erkeklerde yaygınmış. Çünkü güç, rekabet, iktidar, kendini dev aynasında görme onlara özgü davranış biçimleri. Peki kadınlarda hiç yok mu? Bence var, onların ki obje narsizmi tek amaçları benim Hayal Satıcısı oyunumda dalga geçtiğim kadınlar gibi kendilerini erkekler dünyasında çok güzel ve değerli bir obje olarak sunmak ve kabul görmek. Bu nedenle diyetler yapılıyor, güzellik enstitülerine gidiliyor, estetik ameliyatları gündemden hiç çıkmıyor. Kadınların narsizmi erkeklerin ki

Picture of Zehra İpşiroğlu

Zehra İpşiroğlu

Tüm Yazıları