“Kadınlar hayatlarının kapılarını açıp onun ücra köşelerindeki katliamı incelediklerinde, çoğu zaman en önemli düş, hedef ve umutlarının azar azar öldürülmesine izin verdiklerini görürler.”
“Kadınlar yirmili yaşlarına gelmeden önce bin kez ölmüşlerdir. şu ya da bu yöne gitmişler ve engellenmişlerdir. Engellenmiş umutları ve düşleri de vardır. Aksini söyleyen biri, hala uykudadır.”
Bu iki cümle de Clarissa P. Estesso tarafından yazılan o nefis “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabından altını çizdiğim alıntılar. İnsanı en çok kendi yaralarından acıtıyor gerçekler işte böyle. Düşlerimin ve umutlarımın en ücra köşelerimde azar azar öldürüldüğünü ve binlerce kez öldüğümü hatırladığım ve farkettiğim yaşlardayım. Biz kadınlar gerçekten cadıyız, çünkü bunca umut ve düş katliamına rağmen hiç bıkmadan ve usanmadan özgürlüğümüz için, yaralarımızı sarmak için savaşıyoruz. Erkin, erkeğin kurallarıyla oluşturulmuş toplum kendimizi sürekli beğendirmeye çalıştığımız ama asla memnun edemediğimiz bir ebeveyn gibi. Toplum bedenimiz, seçimlerimiz ve aslında bütünüyle yaşamımız üzerinde sürekli olarak tahakküm uygularken, diğer taraftan tecavüzü, tacizi ve cinayetleri cezalandırmayarak yaşamımızı ve varlığımızı da pasifize etmeye çalışıyor. Neden? Çünkü kadın sizin kirli oyunlarınızı oynamaz. Güç dengeleri değişir ya da eşitlenirse bir gün ne doğayı katledebilir, ne masumların üzerine bombalar yağdırabilir, ne de emek sömürüsü yapabilirsiniz. Bu yüzden yaralar açmak zorundasınız kadının ruhunda, bu yüzden bedeninde, oturuşunda, konuşuşunda, yemek yiyişinde ve hatta yürüyüşünde dahi tahakküm uygulamak zorundasınız. Aile dediğiniz kavramın içine hapsetmek zorundasınız onu, başka türlü pasifize edemezsiniz çünkü. İş hayatında ancak erkekleşerek kendine yer edinebilir. Bunu başaramıyorsa da ancak destek rollerinde çalışır başrolünde yine erkeklerin olduğu. Tecavüze ya da tacize uğruyorsa önce ona dikersiniz gözünüzü, bir bak bakalım ne yapmış ya da ne giymiş diye. Eteğinin boyu, rujunun kırmızısı, dekoltesi, kahkası… Bu liste böyle uzar gider.
Bütün hayatımı erkeklerin ve onun oluşturduğu toplumun düşüncelerine göre yaşadığımı farkettiğim yaştayım. Her gün, bu coğrafyadaki her kadın gibi yüzlerce endişeyle uyanıyorum güne. Ancak bir de öyle bir yaştayım ki, eskisi gibi kıyafetlerimi seçerken toplumun gözüyle değil kendi gözümle seçiyorum, kahkahalarımı çok yüksek atıyorum ki önceki susuşlarımı telafi etsin. Şarabımı öyle bir keyifle içiyorum ve öyle çok gülümsüyorum ki insanlara, korkmadığımı, var olduğumu anlasınlar. Rujumu en kırmızısından seçiyorum ki dudaklarımın güzelliği ortaya çıksın. Erkekleşmeden de başarılı olunabileceğini kanıtlamak için öyle çok çalışıyorum ki başka kadınlar, kadınlığın mucizevi bir şey olduğunu ve onu saklamamaları gerektiğini kanıksasınlar bir gün.
Ve diyor ki Estesso kitabında:
“Toplum, kadının doğal hayatına düşman olduğunda, kadın da kendisine yapıştırılan küçük düşürücü ya da saygısız yaftaları kabullenmek yerine, çirkin ördek gibi dayanmalı, direnmeli ve ait olduklarını aramalıdır – tercihen de kendisini aşağılayanlardan daha çok yaşamalı, daha fazla gelişmeli ve daha çok yaratmalıdır; üstelik bunları yapabilir de.”