İnsan ne ister bu hayatta…
Özgür olmak ister. Savaşsız, şiddetten arınmış bir dünyada barış ve huzur içinde yaşamak ister. Adaleti bir dünyada, insanların rengi, inancı, etnik kökeni, cinsi, cinsel seçimi, bedensel engelleri ve farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa uğramadığı ve geceleri yatağa bir tek çocuğun bile aç girmediği bir dünyada yaşamaktan başka… Evet bir de aşık olmak, sevmek ve sevilmek ister.
Bunlar bir insanın temel ihtiyaçları olsa gerek.
Sabah kalkınca pırıl pırıl bir güneşe uyanmak, yanında yakınında sevdiğin varlıkların olması, başını sokacağın bir dam, istediğin gibi giyinmek, istediğin şarkıyı söylemek, istediğin yere gidebilmek, düşüncelerini özgürce açıklayabilmek, yarın ne olacak diye korkmamak da üstüne konmuş çifte kaymak.
Bu sabah bu duygularla ve açıklayamadığım bir rüyanın etkisiyle uyandım. Burnuma nemli, sıcak Hacı Şakir sabunu kokusu geldi. Fırladım yataktan. Banyonun kapısında Ertan. Beyaz bornozu üstünde. Ayakları çıplak. Saçlarından su damlıyor. Buğulanmış gözlüğünü silerken, „Neredesin sen? Ne zaman gelsem uykuda oluyorsun. Bari Berin uyanıncaya kadar bir duş alayım dedim“ diyerek bir kahkaha attı. Ben şaşkın şaşkın, „Seni çok özledim. Neden gittin? Döndün mü artık?“diye sorarak elimi uzattım. Kayboldu. Geride mis gibi sabun kokusu… Ve kulağımdan hiç gitmeyen boğuk kahkahası.
Hava karanlık. Oysa dün, penceremden giren gün ışığına bakmaya doyamamıştım. Mordan kızıla, kızıldan turuncuya döne döne aydınlanan gökyüzü bütün günümü gökkuşağı renklerine boyamıştı. Hele de balkona koyduğum yemi gagalamaya gelen nar bülbülü…
Aralık ayı deli ediyor beni. Ocak da…
Uzun yıllar sonra ilk kez Noel‘de ve yılbaşında Almanya’da olacağım. Oysa Ertan öldükten sonra bu tarihlerde kalamadım buralarda. Dersler biter bitmez uçardım İstanbul’a, anne baba evine. Şimdi ise geçirdiğim kaza nedeniyle uçma yasağım var. Ertan’ı tam 24 Aralık‘ta, insanların sevdikleriyle biraraya geldiği ve pencerelerden sarı sıcak ışıkların sızdığı bir Noel günü kaybettim. Hemşire, „Biliyor musunuz?“ dedi. Bu gün bu saatte ölmek isteyen ne kadar çok Hristiyan vardır?“ Bana ne onlardan. Kim ne zaman ölmek isterse ölsün. Benim sevdiğim öldü.
Ertan’ın üzerindeki tüm aletleri söken hemşireden bizi biraz yalnız bırakmasını istedim. Henüz sıcacık göğsüne koydum başımı. Ellerini tuttum. Nefes alıyor, kanı damarlarında güldür güldür akıyordu sanki. Dinledim onu, konuştum, vedalaştım. Sonra biran kekik kokulu, sıcak nefesini hissettim boynumda, son nefesini o zaman verdi sevdiğim adam. İşte o zaman anladım ki, terketti beni. Soğumaya başlayan ellerini öptüm, yorganın altına soktum. Yüzünü son bir kez okşadım. Hemşireden bir traş bıçağı istedim. Bir gün önce uzayan sakallarını kestirmek istemişti. Fırsat olmadı, kimseyi bulamadım. Hemşirenin getirdiği bıçakla sakallarını kestim. Bir torbaya koyup yanıma aldım. İki gün sonra onu krematoryumda ziyarete gittiğimde şaştım kaldım. Sakalları hafiften uzamıştı bile. Her ziyaretimde daha da uzadığını gördüm. Ölüyorsun ama metabolizman hala çalışıyor.
Bugün aklımda hep bu geçmiş var. Başka şeyler düşünmeye çalışıyorum, olmuyor. Film izleyemiyorum, kitap okuyamıyorum, haberleri dinleyemiyorum, dışarı çıkıp dolaşmak da istemiyorum. Evde iyi ki arkadaşım Hafize var. Kazadan sonra bana yardım etmek için Zonguldak’tan kalkıp geldi. Benim en kara günlerimin dostu. Ertan’ı kaybettiğimiz gece de ve o kabus gibi hastalığı yaşadığımız koskoca bir yıl boyunca da yanımızdaydı. Onunla, hiç konuşmadan bir gün geçirebilir insan. Ya da sabahtan akşama kadar konuşabilirsin de. Bugün benim sessiz günüm. İçime dönüp anılarımı yaşamak istiyorum galiba.
Bazı arkadaşlarım bana, çok anlatıyor, çok açık veriyorsun diyor. Ben anlatıcıyım. Anlatırım. Ayrıca insanım. Hatalar da yapmışımdır. Belki ve mutlaka pişmanlıklarım da vardır. Ama neden anlatmayayım ki, utanacak birşey yapmadım şimdiye kadar. Yaptıklarımın, kararlarımın arkasındayım. Zayıflıklarım da vardır ama güçlüyüm, dirençliyim. Herşeye karşın yaşama isteği ile doluyum. Hiç teslim olmam. Ne haramilere ne de karşılaştığım zorluklara. Öyle öğrendim ben ailemden. „Kuyruğu dik tutacaksın. Teslim olmayacaksın hiç bir şeye.“ Babanem rahmetli „ben kan kusarım, kızılcık şerbeti içtim derim“ derdi. Ben öyle yapmam. Kan kustuğumu da paylaşırım dostlarımla. Paylaşmak sağaltır insanı. Zenginleştirir.
Ayrıca iflah olmaz bir „umutçuyum“ da. Umudum da tükenmez. Yaşadığım ve yaşadığımız bunca kötülüğe karşın ayakta kalabilmemizin sebebi de işte bu bitmez tükenmez umuttur. Kimileri aptallık der buna. Ya da hayalperestlik. Hayal etmek kötü müdür ki? Hayal edemezsen geleceği nasıl kurarsın? Hayal edebilmek bile bir bilgeliktir. Denizi görmeyen çocuk, denizi olsa olsa bir leğen su diye tahayyül eder. Oysa ona denizi göstersen… Yüzmeyi hayal edecek, enginlere açılmayı, uzak diyarlara ulaşmayı, orada sevdiğini ejderhaların elinden kurtarmayı… Hayal edecek de edecek.
Tıpkı benim gibi, benim kuşağım gibi.
Biz hiç yaşayamasak da özgür olmayı, savaşsız, şiddetten arınmış bir dünyada barış ve huzur içinde yaşamayı hayal ettik hep. Adaletli bir dünyayı, insanların rengi, inancı, etnik kökeni, cinsi, cinsel tercihi, bedensel engelleri ve farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa uğramadığı ve çocuklarımızın yatağa aç girmediği bir dünyada yaşamayı hayal ettik. Üstelik sadece hayal de etmedik. Hayallerimiz için mücadele ettik. Bedeller ödedik. Boyun eğmedik. Böyle bir dünyayı kuramadık ama kuracağımızı umut etmekten de hiç vazgeçmedik. Kısacası herşeye karşın umudu kesmedik yurdumuzdan. Ben umutluyum. Bu güzel günleri görmeden gitmek de istemiyorum. Yani anlayacağınız, epey yaş aldık artık, acelemiz var.