Bu ayki yazım için direksiyonu yine tiyatroya çevirdim. Hayat öyle bir akıyor ki, bir kendi kişisel tarihime bakıyorum bir de tiyatromuzun içinde bulunduğu çıkmaza sonra bu salgın zamanlarındaki olumsuz koşullara… Diyorum iyi direniyoruz.
Pandeminin başlarında hepimizin evlerimizde olduğu ama asıl tiyatroların kapalı olduğu, oyunların durduğu dönemde Zoom’dan bazı seminerlere katılmıştım. Salgının arttığı şu günlerde yeniden hatırladım: ‘’Salgın, tek başına mutluluğun utanılacak bir şey olduğunu öğretecek bize.’’ demişti bir kişi…
Öğrettiğinden şüpheliyim. Toplumdaki bireylerin, bir diğerini önemseme bilinci maalesef çok zayıf. Başkasına bir şey olacağı fikri kendine bir şey olacağı fikriyle aynı yerde durduğunda belki bir ilerleme kaydedeceğiz! Bu idrak zayıf olduğu için de salgını atlatabilme olasılığımız zayıflıyor. Zaten bir yönetilememe durumu da söz konusu. Bu durumda sanat bu ülkenin ne kadar gündeminde olabilir ki! Gerçekten kimin umurundayız? Emin değilim.
Omicron’un inanılmaz yayılımı, bulaş riskinin en tepede olduğu şu günlerde hâlâ halk kapalı mekânlara girmekte tereddüt ediyorken sanki başa döndük gibi… Ama koşullarımız bunu inkâr etmeyi gerektiriyor. Bu durumda seyircinin oyunlara gel(e)meyecek olmasını tahmin etmek hiç de zor değil. Salgın öncesi kritik olan durum salgınla daha da çetrefilleşti.
Bu Zoom toplantılarından aklımda kalan bir diğeri de şu: ‘’Geçmişten taşıdığınız hangi yükü bırakmak istersiniz?’’ diye sormuştu konuşmacı ve ardından şu soruyu eklemişti: Geleceğe hangi halinizi götürmek istersiniz?’’
Önce ilk sorudan başlayayım. Tiyatro yapabilme koşullarını yeniden düşünmeye başladığım şu günlerde, sanat yapabilmenin tek koşulunun ‘girişimci’ olmak gerektiğini ve bunun da bir başka vizyon, yetenek gerektirdiğini düşünüyorum. Yani iyi bir sanatçı olmanız bugün yetmiyor artık. İyi bir girişimci olmalısınız, ‘network’ünüz şahane olmalı, bir de iyi bir pazarlamacı olmalısınız ki elinizdeki ‘eseri’ (yoksa ürünü mü demeliyim) kitlelere ulaştırabilmenin yollarını bulabilesiniz. Bu arada elinizde yatırım yapabilecek az ya da çok bir finansınız olursa şahane olur ya da bir ‘yapımcınızın’ olması… Dolayısıyla şu mizacımla taşıdığım çekingen, oldukça zarif, içine kapalı halimi, şu salgın zamanında birazcık olsun bırakabilmeyi isterdim doğrusu. Tabii ki bunun mümkün olup olmadığını tartışmıyorum. Hayat, bana içine kapanık halimden memnun olmayı öğretti diyerek kendimi avutayım.
İkinci sorunun cevabı da ilk sorunun yanıtıyla ilişkili olduğu için daha net benim için… Girişimci ruhun kırıntısı bile mevcutsa bende, onu geleceğe götürürdüm; yani risk almaktan korkmayan, cesur, insan ilişkilerinde girişken yanımı. Bir kısrak gibi şahlanır, alabildiğine özgür geleceğe doğru koşardım. Ama Hey Hat! Elli sekizimdeyim ve artık biliyorum ki karakter bir yaştan sonra kolay kolay değişmez.
Ama yüz yılda bir yaşanan bu salgından öğrenebileceğimiz bir şey olsa gerek, yoksa çok yazık!
Tiyatroların kapalı olduğu, hepimizin evlerimizde olduğu salgının ilk zamanlarında ünlü İtalyan tenor Andrea Bocelli, 12 Nisan 2020 Pazar günü Paskalya gecesinde Milano’daki ünlü Duomo Katedrali’nde bir konser vermişti. Bocelli’nin Youtube kanalında canlı yayınlanan ‘Umut İçin Müzik‘ başlıklı konseri 2.6 milyon kişi izlemişti. Dünya nüfusunun 8 milyara yaklaştığını düşünecek olursak bu sayı muazzam değil mi?
Kıymetli bir tiyatrocu arkadaşım Fulya Peker, bunun üzerine düşüncelerini paylaşmıştı. Olduğu (hatta yazıldığı) gibi alıntılıyorum: ‘’… bu noktada imdadıma tuhaf bir biçimde Bocelli yetişti geçen hafta… Amazing Grace söylemiş tek başına katedralin önünde… canlı izleseydim bu paylaşımın etkisi bu kadar derin olmazdı… defalarca canlı amazing grace dinledim, hiç bu kadar etkilenmedim… neden mi? tam da bu kez canlı olarak izlenemediği için, seyirci ile aynı mekan paylaşılamadığı için, mekan üzerinden değil zaman üzerinden bir birleştiricilik sağladığı için ve bu derin yalnızlığın paylaşılmasının verdiği buruklukla boşlukta kendi yankısıyla çarpışan bir performansçı ile hem seyirci hem meslektaş olarak bağ kurabildiğim için… sahnede olduğum bazı gecelerde oyunumu boş kalan koltuklara oynardım… oraya gelememiş olanlar her kimlerse onlara… ölenlere, henüz doğmayanlara, parası olmayanlara, tiyatrodan nefret edenlere vs vs… için ki; bazı boşluklar çok kıymetidir… olamayanlar olabilirliklerin devamlılığını sağlar.’’
Ben Fulya gibi o boşluklara oyna(ya)madığımı fark ettim bugüne dek. Hep orada ‘olan’ ile kontakt kurdum. Üstelik boş koltuklarla yeni yeni -bu salgında- bir derdim olduğunu fark ettim. O bahsettiği ‘boşluk’ var ya, Katedralin içindeki ve koskoca meydandaki o boşluk… Olmayan seyircinin boşluğu… Muazzamdı. O bomboş Katedralin önündeki konserin bıraktığı bu etki aslında gücünü, o anda sayısını tahmin edemesek de konsere kilitlenmiş muazzam bir seyirci kitlesinin olmasından alıyordu. Fulya’nın dediği gibi mekânda değil ama zamanda biraradaydık. Bu o kadar biricik bir durumdu ki!
Şu an ne zamanda ne mekânda bir aradalığın sağlanamadığı o boş seyirci koltuklarını sorguluyorum. Hayatında seyirci sayısını sormayan, salonda beş kişi de olsa ‘’oynayalım’’ demiş biri olarak seyircimizin olduğu 90’lı yıllarımı hatırladığımda mutluluğun resmini görebiliyorum o zamanki selamlarımızda…
Salgının arttığı şu günlerde, boş koltuklar içimi sızlatıyor desem yalan olmaz. O yüzden paylaşmak istedim, bir iç döküş yine… O boşluk var ya, bir türlü nasıl dolduracağımı bilemediğim, o boşluk… Onun acısını ilk ne zaman hissettim, bilmiyorum… Dedim ben ne ara o ‘boşluğun’ acısıyla kıvranmaya başladım, ne ara? O boşluk, yani “boş yer var” cümlesi içimde öyle bir sızı ki… Talepsizlik mi, görünür olamama mı? Beceriksizlik mi? Popüler olmamak mı? Sorun nerede? Nerede o kadim seyirci? Gelmeyecek birini beklemek gibi… Karşılıksız bir aşk gibi onu beklemek… Bazen çırpınmak ulaşmak için bazen de ‘ne olacaksa olsun’ duygusu. Ama tanıyorum kendimi, iki hafta sonraki oyunda Fulya’nın yaptığı gibi bu kez o boş koltuklara da selam vereceğim, dolu koltuklara verdiğim gibi…
Bu salgında belli ‘dayanışmalar’ olmasaydı çoktan oyunumu durdurmuştum. Benim için durum şu: Şayet Tiyatro Kooperatifi olmasaydı, Tarsus Şehir Tiyatrosu ve İBB Kültür Daire Başkanlığı özel tiyatrolara destek olmak için oyunumuzu davet etmeseydi zor durumda kalacak, ekip olarak ayakta kalmamız imkânsız hale gelecekti. Dolayısıyla aslında onlar dahi bilmiyor ama bu kıymetli destekleri ile boş koltukların ‘sponsoru’ oldular. Oynamaya devam edebiliyorsak sadece bundan.
Şimdi… Başaramadığım (ya da bilmediğim için beceremediğim) diye düşündüğüm seyirciye ulaş(a)mamamızın sebebinin sadece popülerliğimin ya da network’ümün olmamasından; basın ve halkla ilişkilerden sorumlu bir kişiyle ya da sosyal medyamızı yönetecek bir şirketle çalışamamamızdan mı kaynaklı, artık emin değilim.
Bugün bizlerin mekânda buluş(a)masak da zamanda olsun buluşabileceğimiz bir birlikteliğin olup olmadığını doğrusu merak ediyorum. Gösteri Sanatları’nda üretim yapan sanatçılar olarak, sanatsal üretimlerimizden daha çok ekonomik olarak ayakta kalıp kal(a)mayacağımızı konuşur hâle geldik. Eskiden diye başlayan bir cümleyi nostaljik bir gönderme için değil ama belleklerimizi tazelemek için altını çizerek kullanacağım, eskiden ‘bağımsız tiyatro’ ya da ‘alternatif tiyatro’ ya da ‘öteki tiyatro’ ne dersek diyelim adına -yani merkezdeki tiyatrolardan ayırabilmek için tanımladığımız bu tiyatrolar- 90’lı yıllarda dahi seyirciyle buluşabiliyordu. Bugün ise emin değilim ama artık çok zor!
Buradan nereye bir gidiş var, belki bunu konuşanlar vardır kendi içinde ama hep beraber konuşma zamanı geldi. Yerel yönetimlerin ciddi anlamda bir sanat politikası oluşturabilmesi ve seyirciyi tiyatroya çekebilmek, oyunlarda buluşturabilmek için bu tür desteklerini sadece merkezdeki tiyatrolara değil, bu halkanın dışındaki tiyatrolar için de yani ‘alternatif’ tiyatrolar için de sürdürebilme cesaretini gösterebilmeliler. O yüzden İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Tarsus Belediyesi (kuşkusuz bunlar benim bildiklerim olduğu için burada zikrediyorum) çok önemli bir misyonu yerine getiriyorlar.
‘’Tiyatro tabii ki ölmez.’’ diyenlere de ‘’Tiyatro can çekişiyor!’’ diyenlere de selam verip ‘’Umut İçin Tiyatro’’ nasıl olacak onu düşünmek istiyorum. İleride büyük ihtimalle ‘’piyasanın’’ arz ve talep ettiklerinden yine oldukça farklı üretimler içinde bulacağım kendimi… Şikayet etmeye hakkım yok, bu bir seçim! Kaldı ki şu satırları yazdığım dakikalarda belki de birçok tiyatro sosyal medya hesaplarından ‘’sold out’’ duyurusu da yapmış olabilir. Olabilir! Bu şahane bir başarı! Ama bu benim gibi tiyatroların yaşadığı sıkıntının gerçek olmadığı ya da münferit olduğu anlamına gelmemeli. Bu sadece salgının yarattığı bir kriz mi bilmiyorum ama hayatta kalmayı başarır da oyunlar yapmaya devam edebilirsek ‘’Tiyatronun Geleceği Ne olacak?’’ tartışmalarını sağlıklı koşullarda yapabildiğimiz içindir. Çünkü çözümü er ya da geç bulacağımızdan eminim.
Tabii o güne dek ekonomi daha da çökmez, enflasyon alıp başını gitmez, eski alım gücümüzü yitirip yoksullukla hatta açlıkla boğuşmaz isek… Salgın değil, sadece Covid, Delta ve Omicron değil tiyatroyu nefessiz bırakan; bu çarpık sistem de, insana artık ‘boş’ vakit bırakmayan sistem de… Seyirci bir peynir mi bir tiyatro bileti mi ikileminde sizce hangisini seçer? Yaşamsal olan hangisiyse onu? Peki, hangisi yaşamsal? Siz olsanız ne yapardınız? Kaç kişi tiyatroyu yaşamsal bir ihtiyaç olarak değerlendiriyor? Gittikçe desteklerin azaldığı hatta olmadığı noktaya gelindiğinde ne mekânlar ne de benim gibi ‘göçerler’ ayakta kalabilecek.
En başta yazdığım alıntıya döneyim. Salgın bize tek başına mutluluğun utanılacak bir şey olduğunu öğretebildi mi? Devlet desteğine müracaat etmemiş bir tiyatro olarak ben, devlet desteğine müracaat eden ama devlet desteğinden yararlanamayan tiyatroların neden destekten faydalanamadığının hesabını sormayayım mı?