Sevgili Zehra,
Köln’deki kış şartlarına göre İstanbul her zamanki gibi sürprizli. Tam soğuktan, griden bunaldığımız noktada bu şehir pırıl pırıl bir güneşle kalbimizi çalmayı başarıyor ve o enerjiyle birkaç gün iyi hissediyoruz. Tabii soğuk günler de oluyor ama güneşle birlikte olunca çok farklı. Henüz kar görmedik. Yağmurlar da çok fazla değil ama ben yine de Bahar’ı bekliyorum ve bu üç ay geçene kadar üşüme durumunu bir şekilde yaşıyorum. Isındığım mekânlar ise İstanbul’un her yerine yayılmış, genç tiyatrocuların enerjisiyle ısınan küçük tiyatroların sahneleri.
Mektubun her zamanki gibi ilginç ama zor konularla dolu. Beni en çok etkileyen tabii ki Meliha ve son dönemde okuyup seninle de söyleşi yaptığım Hatırlayamadıklarımız adını verdiğin romanın. Yani toz kondurulmayan kutsal aile kurumu içinde her türlü şiddet mağduru kadınların yanı sıra çocukların, özellikle kız çocuklarının yaşadıkları korkunç deneyimler. Ensest belki de en derin ve çözülmesi çok zor bir konu. Senin bu konuyla uğraşırken Meliha’ya rastlaman bence hiç tesadüf değil. Çünkü neyle uğraşıyorsak ve ilgi duyuyorsak bir şekilde yolumuza çıkıyor. Algıda seçicilik kavramı da buradan çıkmış. Bazı şeyleri daha dikkatli görmeye ve üzerinde düşünmeye başladıkça, o konuyla ilgili her türlü şey bize yaklaşıyor. Meliha gerçekten çok özel bir kadın ve senin romanındaki kurguyla bu denli keşişen bir yaşamı olması ve çoğu karakterin özelliklerinden parçalar taşıması romanının da sanatla yaşamı buluşturan bir yerde durmasına neden oluyor. Bu konu gerçekten bir mektubun içeriğine sığmayacak kadar derin ve çok katmanlı. Ancak bir kez ortaya çıkıp sanat alanlarında da temsil edilmeye başladığında gittikçe görünür olacağına inanıyorum. Sana söz ettiğim Canavar oyunu da aile içi istismarı anlatan bir oyun. Tabii burada doğrudan ensest olmasa da bir eniştenin ailedeki tüm çocukları istismarı söz konusu.
‘’Rüzgarla uçmak’’ önerini de sevdim ancak bazen rüzgara karşı da olmak önemli diye düşünüyorum. Söz ettiğin konularda evet rüzgarla uçmak çok doğru ve rahatlatacı. Sanki doğayla birlikte akmak gibi. Ancak bireysel alanla toplumsal alanın örtüştüğü noktalarda öyle durumlar var ki sapla saman birbirine karışıyor. Özellikle neoliberal sistemin bize dayattığı zalim iyimserlik ya da toksik iyimserlik diyebileceğimiz kavramlarla yeni bir hayat ideali ve kitlesel dönüşümün önü kapatılıyor. Bu konuya nereden geldin dersen dergimizin youtube projesi bağlamında bir tiyatro ekibiyle video çekimi yapıp sorular soruyoruz. Aşalım Bunları adlı oyunun ekibi ( Reka Kolektif) için soru hazırlarken bu konuyu biraz irdeledik ve oyunda Lauren Berlant’ın Zalim İyimserlik kitabının yaratıcı ekipte uyandırdığı düşüncelerin izini sürdük. Yani her zaman pozitif olmak ve iyimserlik yerine bazen depressif gerçekçilik içinden de bir umut ya da çözüm çıkabiliyor. Bu farkındalıkla da olumlu bir şeyler, bir yollar bulunuyor diye düşünüyorum. Bu bağlamda rüzgarla uçmak durumuyla ilgili söz ettiğin Bertrand Piccard’ın hipnozla ilgilenmesi ve bunu ‘’kullanması’’ nedense bende bir sorgulama ihtiyacı yarattı. Belki de bazen rüzgarla uçulamayacak durumları kabul edip depresif gerçekçiliğin içinden bir yol da mümkündür diye düşünüyorum. Ama önce durumu kabul etmek gerek, Norbert’in en azından depresif gerçekçilik farkındalığı içinden bir yol bulmasını diliyorum. Uçuş hızı ve yüksekliği konusu da önemli tabii ama bazen hayallerimiz, olması beklenen uçuş yüksekliğinin üzerinde olabiliyor ve olsun da.
Dün depremin yıl dönümüydü, tüm gün ve gece benim için zor geçti. Televizyonda izlediklerim, sosyal medya paylaşımları vb. oldukça can acıtıcı. Değil yaraların sarılması yaraları daha da kanatacak beyanlar, konuşmalar, eylemler insanda artık umut yorgunluğu yaratıyor. Son yıllarda deprem, seçim vb. derken halk olarak umut yorgunluğumuz da gittikçe arttı. Evet ‘’umudu kesme yurdundan’’ hâlâ dilimizde ama yorgunuz. Deprem bölgesinde kadınların çabası, gücü ve direnciyle yaşamı yeşertme gayreti beni çok etkiliyor. Unutuldular ama sessiz direnişte kadınlar yine en öndeydi. Onların ağıtları isyanla doluydu. Duygularımı ifade etmem çok güç, oralarda ya da oralar için bir şeyler yapabildiğimizde belki daha iyi hissedeceğiz. Nisan ayında sinemacı arkadaşlarım Antakya’da atölye yapmak için beni de davet ettiler. Umarım annemi bırakıp gidebilirim ve en azından çocuklarla, gençlerle, kadınlarla bir şekide kucaklaşabilirim. Geçmişte Antakya’da yaptığımız sanat çalışmaları, atölyeler o denli güzeldi ki tekrar oralara gitme hayalim hep vardı ama bu şekilde değil. Orada yaşadıklarım hayatımın en güzel anıları içinde. O halkın, o kültürün ve mekânın farkı büyüsü ve ruhu her yere sinmişti. Böyle bir yer olduğunu bilmek bile insana umut veriyordu. Şimdi oralarda olmak ne değiştirir bilmiyorum, ama yalnız olmadıklarını hissetmeleri bile önemli herhalde.
Elif Şafak ve Mine Kırıkkanat olayının detaylarını okumadım. Ama önemli bir konu özellikle bilimsel yayınlarda ve akademik düzlemde intihal suç teşkil edecek bir durum. Ancak edebiyat ve sanat alanları biraz farklı. Benzer durumlardan, mekânlardan ya da dönemin ruhuyla ilgili ortak yaşantılardan etkilenme, aynı anda benzer konularla uğraşılması, ortak kültürümüzde var olan dil, uslüp özellikleri intihal midir tartışılabilir. Tabii kişisel ve politik tercihlerle bir yazara karşı olmak başka bir konu. Onun yeri eserler değil tartışma platformları olmalı.
Mektubuma son verirken, gelecek güzel bahar günlerinin özlemiyle seni kucaklıyorum.
Sevgiyle kal