FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Üşüyorum

Üşüyorum

Üşüyorum. Sağ yanım dışında vücudumun hiçbir yerinde sıcaklığı hissetmiyorum. Sıcaklık mı dedim? Kiminde lağım farelerinin cirit attığı şu kahrolası şehrin mazgallarından birinin üzerindeyim. Mis gibi pasta, kek, börek kokularının duyulduğu pasta fırınının mazgalı. Anam geliyor aklıma anam… Nasırlı elleriyle nasıl da açardı keteyi. O yok zamanlarımızda, yedi evlada nasıl da kol kanat gererdi. Şimdi bu kokuları, gecenin kör olasıca ayazında mazgaldan soludukça iyiden iyiye artıyor çaresizliğim.

Ellerim uyuşuyor. Bazı geceler minicik kurtçuklar görüyorum parmak uçlarımda. Birinden diğerine süzülüşleri nasıl da güzel… Senin adın ne kurtçuk? Sen, evet sen! İçinizde en pembe olan! Nerden bir adın olacakmış ki senin? Hem neyimi kemireceksiniz ha! Üstelik kurt gibi açım. Açım anlıyor musunuz kurtçuklar, açım! Sizi bile yiyebilirim şuracıkta. Kaçarsınız tabii. Kaçın ulan.. siz de terk edin beni!.. Ne duruyorsun pembe kurtçuk? Kaç kurtar sen de canını kaç!

Sahile inmeliyim. Baksana dolunay çıktı bile. Sular iyice kabarmıştır şimdi. Lodos da var. Sabaha denizden gelen bi kaç parça eşya, belki bir sikke hatta yiyecek bile bulabilirim. Satar mıyım? Satarım ulan onları. Önce bi dilim börek alırım belki, o bencil fırıncıdan. Uyarına gelirse bi bardak da sıcak süt. Keyfe bak benim anam… Şekeri de boca ettim mi sütün içine… Sigara! Yok yok! Sigara olmaz. Hem nasıl da öksürüyorum geceleri. Ciğerlerimden kan gelircesine. Bazen diyorum gelse bir iki parça ciğerimden yer miyim? Yerim ulan, yerim! Acımdan düğme mi kemireyim; tıpkı, o romandaki gibi! Yerim!

Sendeleye sendeleye yürüyordu. Bacağındaki yaranın ağrısını, kemiklerinde hissediyordu. Sağ kolundaki sıcaklık çoktan dağılmış, ayazdan bedenini hissedemiyordu. Sahile vardı. Gözü kumsalın üzerinde bi sigara izmaritine takıldı. Almak için eğildi. Yapamadı. Yürüdü. “Yürrü, anca gidersin izmarit!” diyebildi. İnceden bir klarnet sesi duyuluyordu. “Sese doğru yürüsem mi?” dedi kendi kendine. Adım atacak gücü kalmamıştı ki… Soğuk bir yandan, açlık diğer yandan gövdesini esir almıştı. Nerden karışmıştı haftalar öncesinde o kavgaya. Ona mı kalmıştı elin garibinin hakkını savunmak ha! “Olsun be! İyi ki de karıştım. Ne olmuş iki bıçak darbesi almışsam ha, ne olmuş ulan!” diye bağırdı var gücüyle.

Sesin geldiği tarafa yöneldi. Ne de güzel çalıyordu, oy benim babam. Bacağının ağrısını bile unutmuştu. Handiyse şuracıkta oynayıverecekti de işte, ömründe iki figür bile öğrenecek zaman bulamamıştı ki koşturmaktan. Sahilde, yanan ateşin kıvılcımları dört bir yana dağılıyor, akşamcılar demleniyor, pişirdikleri balığın kokusu her yanı sarıyordu. Bunlar da ana-baba evladıydı. Yanlarına gitse anlarlar mıydı halinden.. Yapamadı. Gururu el vermiyordu. Neredeyse ateşin ışığı bile ısınmasına yetiyordu. Bir kenarda derme çatma tahtalardan yapılmış,  bir kulübe ilişti gözüne. “Hay babaya rahmet be! Geceyi kurtardık arkadaş” diye ünledi.

Kulübenin kırık dökük kapısını araladı. Penceresi olmayan, içi küf kokan bir yerdi ama en azından ne fareler kulağını kemirecek, ne de kurtçuklar ziyaretine gelecekti. Şurada duran, yoksa evet evet, bir battaniyeydi. “Ulan, ballı adamsın be Necip” dedi kendi kendine “gene dört ayaküstüne düştün mübarek…”

Küftenmiş battaniyeye bir çırpıda sarındı. Ayakları açıkta kaldı. Biraz daha çekiverdi karnına ayaklarını. Tamamdı. Üşümüyordu. Gırnata sesi de kesilmişti. Bi güzel uyuyabilirdi. Sabah lodosculardan önce davranmalıydı. “Kaptırmam deniz ananın getireceği ekmeği kimseye” dedi “anam avradım olsun kaptırmam…” Birden aklına eleği olmadığı geldi. Öyle ya; sular çekilince, lodosla kıyıya vuran, kuma gizlenmiş sikkeleri ya da ona benzer kimi parçaları, kumu elekten geçirmezse nasıl bulabilirdi ki… Uyuyamadı. Eleği nereden bulacaktı.. Martılar da geceyi yırtan çığlıklarıyla bi rahat vermiyorlardı ki düşünsün..

İhtimal vermese de duyduğu tıkırtının bir fareye ait olduğunu anlaması geç olmadı. Kulübenin tahtalarından gelen sesi dinledi. Dolunayın ışığı, büyüyen gözbebekleri sayesinde ortalığı seçebilmesine yardım ediyordu. Biraz da el yordamıyla sağı solu kolaçan etmeye başladı. “Ulan, yoksa! Evet be evet, lan Necip, ah Necip, anan kadir gecesinde mi doğurmuş seni Necip!” O karanlıkta ışık huzmeleri yardımıyla bulduğu bir elekti. Belli ki bu kulübe de lodosculardan kalma bi yerdi. Evladı gibi kucakladı eleği. Üstelik yırtığı pırtığı da yoktu. Misti oğlum bu elek mis! “Uyumayacağım bu gece be,” dedi “zaten sabaha şurada ne kaldı..” Öylesine açtı ki, midesi sırtına yapışmış, içi titriyordu, susuzluktan dudakları kurumuştu ancak olsundu. Eleği bulmuştu ya, şimdi dünya ona güzeldi.

Şafakla, yaralı bacağının sızısına aldırmadan sahile koşar adım ilerledi. Kimsecikler yoktu kimsecikler. Eleği aldı “vre bismillah” dedi. Güçlükle eğildi. Dalgalara aldırmadan eleği suya soktu. Derine, daha derine daldırıyordu eleği. Etraf, ıvır zıvırdan geçilmiyor, abuk sabuk parçalar ayağına dolanıyor aldırmıyordu. Elek, kumdan iyice ağırlaşınca, var gücüyle elemeye başladı. “Hadi benim babam, hadi, yağdır şu kısmeti hadi” dedi. Eledi, eledi, eledi.. “Pes etmek yok arkadaş, şimdi olmazsa bi daha” diyerek, suya daldırdı yine eleği. Sabırla derinden doldurdu kumla eleği. Bir kelebeği okşarcasına, bir serçeyi severcesine itinayla yine başladı kumu elemeye. Yine, yine… umutla.. Gittikçe her denemede sinirleri de yay gibi gerilmeye başladı. Birden uzağa fırlattı eleği. En uzağa. Çöküverdi ıslak kumların üzerine. İçinde çöreklenen acıya daha fazla dayanamadı gözleri. Yaralı bacağından sızan kanı fark etti. Her yanı eskimekten lime lime olmuş pantolonuna baktı. Neresinden tutsa elinde kalırdı. Neyle sarsındı ki yarasını. Aldırmadı. “Son kez deneyeceğim ulan” dedi. Gitti, eleği aldı. Yavaş yavaş lodoscular gelmeye başlamıştı. Acele etmezse kısmetini göz göre göre kaptırırdı. Bu kez farklı bir yerden daldırdı eleği suya. Biraz daha ilerledi suda. Su dizlerine geliyordu. “Boyuma gelsin ulan, su!” dedi. İlerledi. Ayaklarının dibindeki kum kayıyor muydu ne. Başını da suya sokup, bu kez öyle doldurmayı denedi eleği. Nefesi yetmedi. Sudan başını çıkardı, nefeslendi, tekrar daldı. Yeterince kumla dolmuştu elek. Dikkatlice suda ilerledi. Kanaması artmıştı. Tuzlu su iyi gelirdi yaraya oysa. Kanı manı düşünecek zaman değildi. “Kana anasını sattığımın bacağı kana” dedi. Asıldı eleğe. İleri geri, sağa sola salladı eleği. Salladı, salladı. Yoruldu pes etmedi. Başı döndü, önemsemedi. Yere yığılmak üzereydi. “Hay ölüsü kandilli kum, yağdır ulan şu bereketi, sikkeni belletme şimdi, yağdır ulan. Elemeyeceğim, elimle arayacağım kumu,” dedi. Daldırdı ellerini. Uzamış tırnaklarının içi kumla doluyor, açlıktan guruldayan midesi kasılıyor, dudakları biber gibi yakıyor, bacağındaki kan durmuyor ancak tüm gücüyle kumu karıştırıyordu. “Hadi lan, yoksa” dedi bir anda “yoksa!”

Tam bir şeyler bulmanın sevincini yaşayacaktı ki sahildeki gürültüyü duydu. İki polis aracı, memurlar ve yerde yatan cesede ilişti gözü. Kalktı. Kalabalığa doğru yol aldı. Avuçlarındaki iki madene bakamamıştı bile. Sudan şişmiş kadın bedenine dikti gözlerini. Kanı çekildi o an. Ne açlığı, ne susuzluğu, dudaklarındaki minik kabuk bağlamış yaraları, bacağından sızan kan… Unutmuştu. Kadının cansız bedenine yanaşmak istedi. Konuşmak istedi, konuşamadı. “Çekil şurdan, işimize mani oluyorsun” dedi bir memur.

Uzaklaştı yanlarından. Avcunu araladı. Küpeler.. Varını yoğunu kaybedip, sokaklara düşmeden önce kınalı kuzusuna armağan ettiği küpelerdi onlar. İstememişti o herifle evlenmesini kızının. İstememişti işte. Uğursuzun tekiydi. Tanıyordu. “Seni öldürürüm gene de izin vermem..” demişti demesine de dinletememişti sözünü. İflas sonrası terk etmişti evi. Sokaklardı evi artık.

Öylece bırakıverdi küpeleri kumların üzerine. Fırlattığı yerden eleği aldı. Yürüdü. Denize doğru. Kumlar.. Az önce ayağının altından kumların kaydığı noktaya vardı. Daldı. Martıların o anki çığlıkları yerini bir sonraki acılara bıraktı.   

Ufuk Özgül

Ufuk Özgül

Tüm Yazıları