Virginia Woolf 25 Ocak 1882’de Londra’da doğar. Genç sayılabilecek bir yaşta yaşamdan ayrılmayı seçerek 28 Mart 1941’de Ouse nehrinin sularına kendini bırakır. Dünya edebiyatına özellikle de roman türüne özgün katkıları olan Woolf’un kendi ile özdeşleşen eseri Mrs. Dalloway hakkında yazmak istiyorum. Saatler filmini değerlendirdiğim için o filmin ana eksenini oluşturan bu kitap hakkında yazmamın iyi olacağını düşündüm.
Virginia Woolf Mrs. Dalloway’de kendi çağı için oldukça yeni olan bir şey deniyor ve zamanı sıkıştırıyor. Roman bir günün sabahında başlıyor ve gece yarısını geçerken bitiyor. Ama bu bir günün içine bütün bir yaşamı, bir toplumun sosyolojik yapısını ve tarihini sığdırdığını görüyoruz.
İncelikli ve duyarlı gözlemleri var yazarın. İzlenimlerini aktarırken İngiliz toplumunun geleneklerini de gözümüze sokmadan anlattığını fark ediyoruz. Aslında kahramanımız Mrs. Dalloway o günde anımsadıkları ile bütün geçmişini bize anlattığı gibi, İngiliz tarihi ve toplumu konusunda da ipuçları veriyor. Woolf anlattığı üst sınıftan (Mrs.Dalloway’in ailesi, Avam Kamarası üyesi eşi), alt sınıftan (Septimus, Miss.Kilman) gibi örneklerle; İngiliz üst sınıfın alt sınıfa bakışını da çok incelikli anlatıyor.
Yazar çağrışımlar, imgeler, izlenim aktarımlarını ustalıkla kullanıyor. Zaman zaman bilinç akışı tekniğini, bazen de iç monolog tekniğini ve iç çağrışımlar zincirini kullanarak bir güne bir ömrü sığdırıyor.
Romanın kurgusunun olağanüstü olduğunu düşünüyorum. Romanda Mrs. Dalloway’in evden çıkışı, ardından her saat başında çalan saat ile veya bunu çağrıştıran bir imge ile başka bir olaya ya da karaktere geçiş beni çok etkiledi. İmgelerle söylenmek istenenleri çözmek çok eğlenceliydi.
Virginia Woolf kendi çağı için oldukça yeni olan bilinç akışı tekniğini kullanıyor romanında. Zamanı sıkıştırma ve bilinç akışı klasik romanda pek görülmez. Çağdaşları Marcel Proust ve James Joyce’un kullandığı bu tekniği, Virginia Woolf da başarıyla kullanmış.
Romanın ana karakteri Clarissa Dalloway, Peter Walsh gibi maceracı birinin aşkındansa Richard Dalloway gibi muhafazakâr birini seçerek bence yaşamı ıskalamıştır en başta. Orta yaşlara geldiğinde yaşamını sorgular gibi yapar, soylu ve elit insanlar arasında partilerle geçen yaşam ona yetmez, kendini yalnız hisseder ama yaşamı sevdiğine kendini inandırarak bu yaşamı sürdürür. Onun romanda özdeşleştiğini düşündüğüm Septimus karakteri ise çevresini saran, onu tek tipleştirmek isteyen doktorlardan, savaşın, yaşamın getirdiği acılardan kaçmak ister ve intihar eder.
Clarissa ile gençlikleri birlikte geçen Peter Walsh, Sally Seton, Richard Dalloway, Hugh Whitbread romanda yer alan ana karakterler. Septimus ve karısı Lucrezia ise Clarissa’nın yaşamında doğrudan yer almasalar da onlar da romanın ana karakterlerinden. Miss Kilman, Lady Bruton, Helena Hala, Sir William, Lady Bradshaw, Elizabeth ise romanın yan karakterleri.
Her karakterin iç monologları romanın çatısını oluşturuyor. Dolaysız cümlelerle anlatılan bu monologlar çok içten. Her karakter bu iç monologlarla ve Clarissa’nın onlar hakkında düşündükleri ile ete kemiğe bürünüyor.
Virginia Woolf’un yaşadığı yıllar için çok cesur bir tavır olarak kitabına aldığı lezbiyen dokundurmalar ve bunun anlatımı çok ilginç.
Yaşamla ölümü karşı karşıya getirdiği ve Mrs.Dalloway’in yaşamı seçtiği cümleyi buraya almak istiyorum “Yine de günlerin birbirini izlemesi, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi; sabah uyanıp göğe bakmak, parkta yürümek, Hugh Whitbread’e rastlamak, sonra ansızın Peter’in gelişi, sonra şu güller; bunlar yetiyordu. Bütün bunlardan sonra inanılmaz bir şeydi ölüm!- her şeyin sona ermesi! dünyada hiç kimse kendisinin hayatı nasıl sevdiğini anlayamayacaktı.”
Bir de Londra’nın akşamını anlattığı cümleler çok etkileyici: “Londra günü daha yeni başlıyordu sanki. Basma elbisesini, beyaz önlüğünü çıkararak mavilerini giymeye, inciler takmaya hazırlanan bir kadın gibi değişiyordu gün, üstündekileri çıkarıp atıyor, ipeğe bürünüyor, akşam için üstünü değiştiriyordu, jüponunu yere atan bir kadının hoşnut iç çekişiyle tozunu, sıcaklığını, rengini bırakıyordu; trafik azaldı, çınlayan, vınlayan otomobiller yük kamyonlarının gümbürtüsünü bastırdılar; alanların yoğun yaprakları arasında şurada burada güçlü bir ışık göze çarpıyordu. Çekiliyorum; diyordu sanki akşam, otellerin, evlerin, mağaza kümelerinin yuvarlak, sivri çatılarında solan, eriyip biten akşam, soluyorum işte, diye başlıyordu söze, yiteceğim birazdan, ama Londra hiç kulak asar mı böyle sözlere, süngülerini göğe uzattığı gibi akşamın elini kolunu bağlıyor, şenliklerine katılmaya zorluyordu onu.”
Romanın ana teması için “Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide yalnızlığımız” demek istiyorum. Virginia Woolf zaman zaman yaşamın güzelliğinden dem vururken, zaman zaman da ölüme güzelleme yapıyor. Karakterlerin iç monologlarını incelersek yalnızlıklarını derinden hissederiz. Var olan sevgilerini bile gösteremeyen karakterler yalnızlıklarının içine hapsolmuş gibidirler. Aslında aşk da var romanda ama daha çok aşka cesaretle yaklaşımdan çok korkarak kaçışı anlatmış yazar. Toplum düzeninin insanlar üzerindeki olumsuz etkilerine de değiniliyor romanda.
Virginia Woolf’un feminist bakışını da romanda gözlemliyoruz. Bunun için de bir iki cümleyi örnek vererek bitirmek istiyorum incelememi:
– “Kocasından iki kat akıllıyken onun açısından bakıyordu çevresine, evlilik hayatının attığı kazık. Richard’ın papağanı olup çıkmıştı, oysa her sabah bir Morning Post alarak Richard’ın düşüncelerini izleyebilirdiniz! Verdiği partiler hep Richard uğruna, daha doğrusu kendi kafasında yarattığı Richard uğrunaydı.”
– “On beş yıl olmuştu boyun eğeli. Nasıl olduğunu tamtamına söyleyemezsiniz ne bir olaya ne de bir tartışmaya bağlıydı; yalnız usulca su alan bir gemi gibi kişisel istenci kocasınınkine karışmıştı. ————– Çok eskiden gönlünce alabalık yakaladığı olmuştu; oysa şimdi kocasının gözlerini bürüyen hırsı doyurmaya hazır, ezilip büzülüyor, kesiyor, buduyor, geri çekilerek gözlerini kısıyordu; böylece neden tatsız geçtiğini anlamadan, ———
– “Ağırbaşlı olmalı, yalnızlığa saygı göstermeli; karıkoca arasında bile bir uzaklık söz konusu olabilirdi; onun kapıyı açısını izlerken, insan bu hakkından vaz geçmeyeceğine, kendi bağımsızlığını, kendisine olan saygısını yitirmeden de kocasının hakkını zorla alamayacağına göre dedi, kendine –çünkü değeri ölçülmez bir şeydi özsaygı.”
Ölümünün sekseninci yılında hala bugünkü gibi güncel ve evrensel dokundurmaları ile çok zevkle okunan, kadınların duygularını dile getiren Virginia Woolf’u saygıyla anıyorum.