O sabah takvim 12 Eylül 1980’i gösteriyordu. Pentagon yetkilileri Türkiye’de yaşananlar ve yaşanacaklara ilişkin şöyle yorum yapmışlardı.
“Bizim çocuklar darbe yaptılar!”
Kimin/kimlerin çocuklarıydı (?) ben bilemem ama bildiğim tek şey o günden sonra yaşanacakların hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağıydı.
Biz o dönemde ya üniversite öğrencisiydik ya da kendimize meslek edindiğimiz işyerlerinde çalışıyorduk. Yaş olarak bizden küçük olan gençler ise lise ve hatta ortaokul öğrencisiydiler.
Benim çevremdekiler ise hem çalışıp hem de okullarına gidiyorlardı. Erkek arkadaşlarımız bize göre daha şanslıydılar. Vardiyalı çalışabilme olanaklarıyla gece işyerinde çalışarak gündüz okullarında olabiliyorlardı. Demokratik kitle örgütlerinde de aktiftiler. Çünkü kendilerine ayır(a)madıkları zamanlarını bu mücadeleye ayırıyorlardı.
O sabah kamudaki işime gittiğimde o zaman için çok da adlandıramadığım tuhaf bir sessizlik vardı. Bu fırtına öncesi sessizliğe işaret ediyordu. Fırtına, ha koptu ha kopacak’tı…
Dahili telefondan servisteki arkadaşlarımı kontrol etmeye başladığımda işyerine gelmediklerini tespit etmiştim.
Servise gelen telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Müdürlüklere A 4 kâğıdının sağ başında kırmızı kalemle yazılı “gizli, çok gizli” ve “ivedi” yazan yazılar geliyordu. Tek tek yazılarla alınmıyorduk. İlk etapta 100 kişilik liste gelmişti. Listede isimleri olanlar genel müdürlük katına çağrılıyorlar ve sivil ekibe (!) teslim ediliyorlardı.
Aradan geçen zaman için gördüklerim görüştüklerim olmuşsa da gidenlerin çoğu bir daha geriye dönmediler.
Günün 24 saati bilgi alabilmek adına yoğun çabalarımızla geçmekteydi. Örneğin saatlerce emek harcayarak birilerine ulaştığımızda “merak etme o arkadaşın yaşıyor, ölmedi” demesi bizi sevindirmeye yetiyordu. İçimizden “en azından nefes alıyor ve yaşıyorsa hâlâ umut var” diyorduk.
Kimimiz öldük, kimimiz yaşadık diyemiyorum. Yaşadıklarımıza yaşamak denmeyecek kadar vahim bir durum oluşmuştu.
Aradan geçen 5, 10, 15 yıl sonra bu insanlar tutsaklıklarını bitirerek yeni yaşamlarına adım atıyorlardı. Artık eskisi gibi genç olmadıkları gibi ciddi anlamda sağlık sorunları yaşıyorlardı. İş yok, aş yok, doğal olarak paraları yok-tu. Ailelerin dayanışması bir yere kadardı ve sonunda o da bitmişti.
1980 öncesi erkeklerin çoğu öğrenci olmalarından kaynaklı askerlik yapmadıkları için hapishaneden çıkar çıkmaz askerlik şubesinden yazı gelmekteydi. Bir tutsaklık bitecek diğeri başlayacaktı. Kızlar bu konuda biraz daha şanslı sayılırlardı.
Askerlik görevi sakıncalı etiketine rağmen bittiğinde iş/aş bulmak derdi başlamıştı. “Kamu haklarından men” edilenlerin işe girmeyi bırakın en basitinden sürücü belgesi bile almaları olanaksızdı.
Yıllar sonra karşılaştığım, yaşama 5-0 geriden başlamak zorunda kalan bir arkadaşım Ankara Atakule’de bir kitapçı dükkânı açmak istiyordu. O yıllarda sadece 2 yayınevinden kitapları alabileceğine ilişkin sözünü aldığı halde bağlı o bölgenin bağlı bulunduğu yerel yönetimden izin alamıyordu. Çok uzun uğraşılardan sonra pes etmemişti fakat artık bu işin olmayacağını açıkça belli etmişlerdi. Çevresindeki insanlardan çok ağrına giden söz ise şöyleydi. “Bu devirde kitap okuyan kaldı mı ki sen kitap satacaksın?”
Kitapçı dükkânı açamadı ama o dönemin en çok tutulan yemeğini keşfetmişti. Kumpir satacaktı. O bölgede başka kumpirci yoktu. Yakınlarında büyük çapta işyeri çalışanlarına indirim yaparsa bu işten çok kazanacağını biliyordu.
Küçücük bir işyerinin çevresindeki yankısı inanılmazdı. Açılış gününe çok fazla sayıda insan gelmişti. Çoğu oturacak yer bulamadıkları için ayaktaydılar.
Daha sonraki süreçte yan dükkân boşaltılınca sahibinin aynı kişi olmasının avantajını kullanarak aradaki duvarı yıkarak işyerini büyütmüştü. Giderek marketler zincirini oluşturması yeni yılın ilk günlerine denk getirmişti.
Eski arkadaşlarına iş çağrısı yaparak hep birlikte üretmenin tadı bir başka oluyordu. Bir de Kıbrıs’ta şube oluşturması sevindiriciydi.
Bu yıl kendisini gördüğümde bana “yaşlandık artık… Unumu eleyerek eleğimi duvara asmamın zamanı gelmiştir. Çevremde birçok insana ekmek kapısı sağlamanın güzelliğini yaşadım. Artık köyüme giderek son yıllarımı sakin bir şekilde geçirmenin yollarını arayacağım.” diyordu.
Yanımdan hızla uzaklaşırken çevresine umut aşılayacağını, gideceği köyde de rahat durmayarak o koşullarda da mücadele edeceğini biliyordum.