
YENİ HAYAT
İsmail Karaman
5…4…3…2…1…
Geri sayım bitince içinde bulunduğu roketin yakıt hücreleri büyük bir sarsıntı ile ateşlendi. Daha önce defalarca testlere katılmıştı ama anlaşılan hiçbir test bu kulakları sağır eden milyonlarca beygir gücündeki motorların gücü karşısında bir anlam ifade etmiyordu. Roket büyük bir ivme ile gezegenin çekim kuvvetinden kurtulmaya çalışırken oluşan “G” iç organlarını sırtına yapıştırdı. Göremiyordu ama hepsinin bir kâğıt inceliğine geldiğine emindi. Bedeni sanki gezegenden ayrılmak istemiyor gibiydi. Akciğerlerinde tutmaya çalıştığı bir avuç hava ile bayılmamaya çalışıyordu. Kalkışlardaki başarı oranı yüzde 82 idi. Bir an için başarısız olan yüzde 18’in içinde olacağını düşünerek korktu. Korku amigdalasını, amigdala bedeni ele geçirdi. Ama üzerindeki kuvvet o kadar büyüktü ki amigdalanın da beklemekten başka yapabileceği birşey yoktu. Zaten burada gelişebilecek herhangi bir facia, öldüğünün bile farkına varamadan gerçekleşecekti. Hiç bitmeyecek gibi gelen birkaç dakikadan sonra roket, atmosferi yararak yerçekiminin etkisinden kurtuldu. Artık ilerlemesi için yeterli ivmeye sahip olan roketin motorları sustu ve herşey derin bir sessizliğe büründü. Önünde sonsuz bir evren vardı. Güneşin kör edici ışınlarına rağmen uzayın karanlığı galip gelmişti. İvmelenmiş bedeni ağırlığını kaybetti. Yavaşça kemerini çözdü, boşlukta süzülmeye başladı. Biraz önce yer ile gök arasında mengeneye sıkışmış olan organları eski yerlerini buldu. Artık bedeni de terk etmişti gezegenini ve artık hiçbir yere ait değildi. Dönebileceği bir gezegen de kalmamıştı ardında zaten. İçinde yüzdüğü hiçliğin bir parçası olmuştu. Korkusu geçti, insanın başka bir seçeneği kalmayıp sadece olanı yaşadığında korkacak bir şeyi de kalmıyordu. Artık tek bir amacı vardı. Gemiyi ve içindekileri sağ salim ulaşması gereken yere ulaştırmak. Önündeki kontrol panelinden genel bir durum kontrolü yaptı. Kendisinden önce kalkış yapan roketlerden çok daha iyi durumdaydı. Yeni bir hayat kurmak umudu ile bu sonsuz evrende yaşam belirtisi bulunmuş gezegenlere doğru bir yolculuğa çıkmak üzereyken birçoğu daha atmosferi geçemeden gözünün önünde parçalanmışlardı.
Yörüngesinden tamamen çıkmakta olduğu gezegene son kez bakmak istedi. Bir zamanlar mavi ve yeşil olan gezegeni artık kızıl, mat ve yalnızdı. Sanki milyarlarca hayat hiç var olmamıştı üzerinde. Hiçbir çağlayan akmamış, hiç gür ve ölümsüz ağaç yetişmemiş ve hiçbir çocuk üzerinde oynamamış gibiydi. İnsanlık binlerce döngüdür üzerinde yaşadığı gezegeni tedavisiz bir hastalık gibi yayılarak tüketmişti. Önceleri müthiş bir konfor sağlayan medeniyet zaman geçtikçe iştahı kesilmeyen bir canavara dönüşmüştü. Hep daha fazlasını, daha büyüğünü istiyordu. Artan dahaları karşılamak için tükenmez sanılan kaynaklar umarsızca kullanılmıştı. Medeniyet, gugukkuşu yavrusu gibi doymaz iştahını karşılamak için diğer yavruları yuvadan atmış, yedikçe semirmiş, semirdikçe daha çok yemişti. O uçup gidince elde yaşanılamaz bir yuva kalmış ve yenisi aranmaya başlanmıştı. İnsanlığı yaşam olasılığı olan gezegenlere sirayet ettirmek için elde kalan son kaynaklarla alelacele gemiler inşa edilmişti ve şimdi onlardan birinin içindeydi.
Üzerinde eskiden yaşadığı evinin olduğu gezegene bakarken genzine dolan bir şeyler hissetti. Bu duygular ne en sevdiği oyuncağın kayboluşuna, ne ilk sevgiliden ayrılmaya ne de ailesini kaybetmeye benziyordu. Aslında hepsinin bir karışımı ve daha kötüsüydü. Sanki bütün acıları hücrelerinden çekilmiş ve bir yumak halinde boğazında toplanmıştı. Öksürerek temizlemek istedi. Ama öksürmeleri hıçkırığa dönüştü. Gözlerinin ıslandığını hissetmedi. Gözünden çıkarak özgürlüğe kavuşan acıları bir küre şeklinde havada süzülüyordu. Havada asılı duran gözyaşına hafifçe dokundu. Damla yavaşça dalgalandı. Sihirli bir küreye bakar gibiydi. İçinde bütün hayatını gördü. Büyüdüğü evi, gittiği okulu, arkadaşlarını, ailesini. Hatta köpekleri Phobos ve Deimos’u bile. Onlara gezegenin uydularının isimlerini vermişti. Bu isimleri onlara görünüşlerini değil davranışlarını yansıttığı için vermişti. Biri şimşekten, diğeri gök gürültüsünden korkuyordu. Ve şimdi trajik bir şekilde aynı isimli uyduların yanından geçiyordu.
Artık görevine dönmeliydi. Fiziksel varlığından çok daha önemli bir misyonu vardı, gemisini ve kargosunu ulaştırmak. Sonsuz uzay boşluğunda cennetlerini öldürmüş bir nesil olarak yeni bir ev arıyorlardı. Kargosunda, yok ettikleri gezegende yaşamış tüm canlıların bir çift DNA’sını taşıyordu. Ağaçtan çiçeğe, kuşlardan böceklere, insandan hayvanlara kadar her canlının DNA’sı alınmış ve gidecekleri “yeni evlerinin” koşullarına göre gen dizilimleri düzenlemişti. Tam da bu nedenle gittikleri yerde belki de çıplak ayakları ile toprağa hiç basamayacaktı. Bedeni ayrıldığı gezegenin yer çekimine göre evrilmişti ve gittikleri yerde bu üç kat daha fazla olacaktı. Bu yüzden koruyucu kıyafet olmadan yaşayabilmesi imkansızdı. Yine de ilk yapmak istediği şeylerden biri elma ağacı yetiştirmekti. Yaşamın son bulmaya başladığı gezegende kirlenen toprakta tüm ağaçlar ölürken sadece elma ağaçları hayatta kalabilmişti. Ancak onda da amigdalin miktarı ölümcül düzeye çıktığı için yenmesi yasaklanmıştı. Kendini diktiği elma ağacından bir meyve koparıp kocaman bir ısırık alırken hayal etti.
Bu düşünce onu heveslendirdi. Kargosunu ve ona yeni hayatı kurmasını sağlayacak 12 mürettebatın içinde bulunduğu kabinleri kontrol etmek için, önünde duran yüzlerce düğmeli kumanda panelinde bazı düğmelere bastı. Önündeki ekranda yanan yeşil ışıklar herşeyin yolunda olduğunu gösteriyordu. Şimdi sıra rotayı girmekteydi. Yine ezberlenmiş hareketlerle panodan başka düğmelere basmaya devam etti. Bir piyanistin tuşlara basması gibiydi. Sadece kendisinin duyabildiği bir müziğin notalarına dokunuyordu. İşlemi bitince önündeki küçük kırmızı bir düğme yanıp sönmeye başladı. Bu son onayı vermek için parmağını kırmızı düğmenin üstüne götürdü ama basmakta acele etmedi. Gidecekleri yeni gezegende de insanlığın aynı hataları yapıp yapmayacağını, kendisi ile birlikte diğer her şeyi tekrar yok edip etmeyeceğini düşündü. Gözlerini, barut ve barbekü koktuğu söylenen karanlığa dikti. Gözbebekleri sonsuzluğu algılayamadığı için tamamen büyümüşlerdi. Parmağı yanıp sönen tuşun hemen üstünde öylece donakalmıştı. İnsan ırkının devamı bu 6-7 cm’lik işaret parmağının hemen altındaydı. Bir tuşa basarak veya basmayarak yeni bir hayata karar verecekti. Sonra parmak sanki başka biri bastırmışçasına istemsizce düğmeyi ezdi. Yanıp sönme durdu. Önündeki ekranda gidecekleri yeni gezegen belirdi. Bir ressamın siyah tuvaline çizilmiş yusyuvarlak mavi-gri bir düğme gibiydi. Üzerinde rotaya kilitlendiğine dair onay mesajı yanıp söndü. Ekranda “Hedefe tahmini varış: 273 Gün 6 Saat” yazıyordu. Gidecekleri gezegen aynı güneş sistemindeydi ve ona “GAİA” diyorlardı. Ama o terk ettikleri gezegene komşu olduğu için “yakın” anlamında “DÜNYA” demeyi tercih etti.
Ve bu gezegenin eskisi ile aynı kaderi paylaşmaması için yapması gerekene karar vermişti, üzerinde “Yeni Hayat” başlatacakları Dünya’da beraberinde götürdükleri teknolojiyi kolonileşme bitince imha edecekti. Sonrasında insanların yaşadıkları habitata dost olarak yeni bir insanlık yaratmalarını ümit edecekti. Yetişecek yeni nesillere bununla ilgili öğretiler bırakılmalıydı. Bu fikir içini biraz rahatlattı. Yeni dünyayı üzerinde ağaçların yaşlandığı, ırmakların kurumadığı ve çocukların oynadığı bir yer olarak hayal etti. Kargosunda yeni bir hayat taşıyordu, bu yüzden kendine de yeni bir isim verdi.
Bundan sonra “HAVVA” olarak anılacaktı.
İsmail KARAMAN