FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Yeşil Mürekkep ve Diğer Kitapların Işığında / Sabahattin Ali/ Bölüm 1

Yeşil Mürekkep ve Diğer Kitapların Işığında / Sabahattin Ali/ Bölüm 1

Yeşil Mürekkep ve Diğer Kitapların Işığında / Sabahattin Ali/ Bölüm 1



Hülya Duman

 

 

“Bazen, içlerinden biri çekiyor kendine,

gönüllü razı geliş benimki.

Kilitli kalmak, an’dan kaçış, kapılış.

Gün soldurup, gün ağartıyorum.

Hikâyelerine sızıyorum…

Bilmenin vereceği acıyı kabulle.

Nasıl yaşamışlar, ne hissetmişler; elemleri, sevinçleri…

Sonrası mı?

Sonrası keder

Daha bugün ölmüşler gibi…”



“Başka bir zamanda, başka bir yerde Rasih” demiştin. Gözlerinden iki damla yaş yuvarlanarak.

Rasih’in de gözleri dolmuştu.“Kendine iyi bak ağabey.” diyerek sarılmıştı sana.

Seni öyle çok severdi ki, bilseydi bu son sarılmasıydı, ahh!

Nereden bilecekti ki!.. Yıllar önce de 1928 Harf İnkılabının ilk günü, Almanya’ya, uzun bir yola keyifle uğurlamışlardı seni.

Sirkeci Garı’ndaydınız. Bir yanında Pertev Naili Boratav, diğer yanında önceleri yakın dost olup, aynı yöne baktığın sonra da neredeyse birbirinize düşman olacak kadar ayrı düştüğün Nihal Atsız vardı. Atmosfer de en azından senin için bugünkü gibi buruk, korkulu, güvensiz değildi. Kılığın kıyafetin bile farklıydı. Gerçi sen her daim özenliydin… Ha bir de nasıl mutluydun değil mi?

Kolay mı? Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin uygarlığı yakalamak için Avrupa’ya gönderdiği parlak gençlerden birisiydin. Alman dili, edebiyatı ve kültürünü öğrenmeye gidiyordun. O nasıl bir coşku ve gönençti öyle.

Umutla ve coşkuyla sarılmıştın geleceğine… Nasıl sarılmayacaktın ki, 1907 yılında, Edirne’de yoksul bir ailede doğmuştun. Sık sık intihara kalkan bir annen vardı senin, babansa güvensiz atardı adımlarını. Ortanca çocuktun… Bir kız kardeşin vardı, bir de kekeme erkek kardeşin, sen de az peltektin ama ne gam, eline sazı alınca kimse susturamazdı muzip, neşeli sesini.

O gün, titizlikle taranmış saçların, çerçevesiz, gümüş saplı gözlüğün, palton, fötr şapkan ile nasıl da şıktın! Arkadaşlarından ayrılınca, trende senin gibi Almanya’ya öğrenime giden, Melahat Kemal’in yanına oturdun. Yirmi bir yaşındaydın, günebakanlar gibiydin, güneşe döndürmüştün yüzünü…

Tren yolculuğu devam ededursun. Şimdi ben sizi onunla kendi yolculuğuma çıkarmak istiyorum. İlk gençlik, üniversiteye başlamışım. Bir süredir kendi kitaplarımı seçip, kütüphane oluşturuyorum. Kitap fuarında ismine takılıyor gözüm, hemen çekiliyorum kitaba, alıp bir çırpıda okuyorum İki Gözüm Ayşe’yi.

Mektuplar… Mektuplar… Yakıcı mektuplar; altmış yedi mektup, iki çeviri, on bir şiir… Ya,“İki Gözüm Ayşe” diye başlayan ya da “Gözlerinden öperim nuru aynım” diye biten, ahh o mektuplar!..(2)

Önsöz yazısı,yeri doldurulamayan birine, Uğur Mumcu’ya ait. Müthiş mektuplardan oluşan kitabı okuduğum günden beri kıyamadığım, üstüne titrediğim, içime işleyenimdir Sabahattin Ali. Sonrası, Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Değirmen, Çakıcı’nın İlk Kurşunu, Sırça Köşk, Melankoli, Canım Aliye Ruhum Filiz ve caanım öyküler…

Bu okumaların hemen ardından, liseden tanış üç arkadaşım ile Karadeniz turuna başlıyoruz. Şu işe bakın ki tur rehberimiz, Halikarnas Balıkçısı’nın manevi oğlu Şadan Gökovalı. Yattığınız yer incitmesin hiçbirinizi.

Gezi süresince Şadan abinin dizinin dibinden ayrılmıyorum. Destanlar, şiirler… neler neler okuyor bize. Tur programı, İzmir-Samsun olarak başlayıp, Samsun-Ankara-İzmir olarak sonlanıyor. Şadan Gökovalı, mücevheri bu gezinin; anlattıkça anlatıyor… Walkmanler var o zaman, Edip Akbayram kaseti takmışım aralarda. Sabahattin Ali hatmetmiş, sersemlemişim…

Yaşamıyor olması dert değil yahu benim için, bildiğiniz aşk bu!.. Hem bilseniz ne aşklarım var benim ölü canlardan.

Yalvarıyorum laftan anlamaz bir çocuk gibi ille de Sinop’a gidelim diye, tur programında Sinop yok oysa. Şadan Gökovalı, güzel insan kıyamıyor bana. Güzergâh, onun inisiyatifi ile uzuyor. Sinop Cezaevine gidiyoruz, buluşmaya. Yaşasın, yaşasın!..

Denizin kıyısındadır Sinop Cezaevi, bilirsiniz…

Sabahattin Ali için deniz, özgürlük demekti. Kale duvarlarının üzerinde uçan martılar da özgürlüğün simgesi. Bağımsızlığına öylesine tutkundu ki, bu kalede yüzyıllar öncesinde bir sarayın olduğunu, cariyelerin ve kölelerin dolaştığını onların da özgürlük özlemiyle gökyüzüne baktıklarını ve dalgaların sesini dinlediklerini hayal eder, o dilimizden düşüremediklerimizi de bu esin ile dökerdi işte.(3)

Karadeniz’in dalgaları hırçın vurur kayalara, sokaktakiler içerdekiler kadar duyar mı bilmem!

“Dışarda deli dalgalar

Gelir duvarları yalar

Seni bu sesler oyalar

Aldırma gönül aldırma”

 

Kulaklarımda bu sözler, boğazıma davetsiz gelip oturan yumru… Mezarın da yok, nerede yattığın belli değil. Ben burasını belledim senin için, seni anmadığım bir gün bile yok bilesin, hakkını helal et!..

Yenice okudum, Yeşil Mürekkep (1) kitabını. Zaten ne bulsam okurum Sabahattin Ali hakkında. Kitap üzerine düşünürken diğer tüm kitaplarını elime tekrar aldım, özellikle mektuplarını hasretle yeniden yeniden okurken, Sabahattin Ali ile konuşur buldum kendimi. Korkmayın! İyiyim, arada yaparım öyle. Hani der ya Descartes,“İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.” Tam da hesap, o hesap…

 

Hal böyle olunca, size sunacağım Sabahattin Ali şahanesi için, Yeşil Mürekkep kitabını kerte aldım kendime. Kitabın kronolojisine ve içindekilere sadık kalarak, kendi biriktirdiklerimle harmanladım. Bu sebeple de şimdi biraz Yeşil Mürekkep’in yazarına doğru çekiştirmek isterim sizi. Haydi, döndürelim azıcık başımızı, Osman Balcıgil’e (1).

 

Osman Balcıgil, ekonomi mezunu olmasına rağmen gazeteci, muhabir, dergi yönetmenliği, televizyon haber müdürü ve yazardır aynı zamanda. Pek çok ünlünün biyografisini o dönemin tarihi iklimini de ihmal etmeden, beraber kurgulayarak bize kazandırmıştır, var olsun. Bir dönem romanıdır aynı zamanda Yeşil Mürekkep. Hem ülkenin hem dünyanın siyasi duruşunu hem de Sabahattin Ali’nin ilişkileri, yaşamı, kumaşının nasıl olduğu ve omurgası hakkında da objektif bilgiler verecek şekilde kurgulanmıştır.

Sabahattin Ali hakkında ne var ne yok okumuştum. ‘Bildiğin şeyler işte, yine aynı yerden bile isteye acıtacaksın kendini Hülya,’ diyen iç sesimi öteleyerek aldım kitabı elime. Osman Balcıgil’in daha önce okuduğum, beğendiğim diğer kitapları da etken oldu elbette. Celile, İpek Sabahlık ve Afife Jale, Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var. Zamanın uykuya yatırdığı bilgiler bir hışım ayağa kalkarken, bilmediklerime ulaşabilmek müthiş heyecanlandırdı. Öykülerini, romanlarını, şiirlerini; nerede, nasıl, hangi duygu ve durumda yazmışa tanıklık ederken bazen gülümsedim, bazen buruldum, bazen coştum ama çoğunlukla ağladım… Çok ağladım…

Muhabbetimiz bunlar üzere olacak.

Hadi dönelim yine trende bıraktığımız, genç, pırıl pırıl, umutlu, durmaksızın notlar alan ve de konuşan, heyecanlı genç adama. Onca coşkusuna rağmen gerçekte biraz buruktur.

“Neticesiz bir aşka verdim gençliğimi

Ne ufak bir temayül ne de bir iltifat gördüm Önünde yalvararak söylerken sevdiğimi

Gözlerinde yüzüme inen bir tokat gördüm.”

 

Dedirtecek bir aşka düşmüş, ret cevabını da almıştır. Nahit Gelenbevi’dir bu hanımefendi. Ancak daha sonra Nahit Hanım bahsi gelecek nasılsa, geçelim derim bu vakit.

Şimdiyse yanında daha sonra evlenelim diyeceği, kendisi gibi eğitime Almanya’ya giden Melahat vardı.

O, hayranı olduğu Alman edebiyatı ve müziği ile meşk ederken, öte yandan Nazi İmparatorluğu’nun, ürkütücü sesleri kapıları tıklatmaktadır.

Melahat ile epey ilgilense de Melahat bir arkadaşlık mesafesi koymuştur önüne ama Sabahattin Ali coşkulu adamdı.

Aşkta da kavgada da tutamazdı ki kendini.

Bu sefer de Maria Puder’in peşindeydi. Bu hoş Alman kızı ile flört ediyor, birlikte gittikleri filmin şarkısını söylüyorlardı.

“Gri bulutlar olduğunda

Kafama takmam

Sen onları maviye boyarsın… ”(4)

 

Çok sonraları savaş nedeniyle ikinci kez askere alındığında, Kürk Mantolu Madonna karakterine Maria Puder adını vererek, bir anlamda onu tekrar selamlayacak ve ölümsüz yapacaktı demek! Bilmiyordum.

Nelere gebeydi zaman nelere, hakkında yıllarca yazılacak, dünyanın ortak tarihi sayılacak yıllara… Demiştik ya; aşkta da kavgada da tutamazdı kendini. Nazi taraftarlarının okulda yaptığı taşkınlığa dayanamayıp, karşı tepki verince ülkeden uzaklaştırılacak, eğitimi yarım kalacak, 1930’da üzgün bir halde İstanbul’da dostu Pertev Naili Boratav’ın yanında alacaktı soluğu.

Öyle ya“Kim daha fazla insan ise, daha fazla dertli olurdu.”(5)

Kendini kontrol edememişti, yiğitliğe leke sürmüyordu ama çektiği ızdırabın yüzüne yansıdığını gören dostu, hemen konuyu değiştirmek için iki çay kapıp şu dörtlüğü okudu.

“jokondun kollarına üç adım kala

yetişti çan-kay-şi’nin celladı

parladı

pala…

kesilen bir et kırılan bir kemik sesi.

Yuvarlandı ayağının dibine

kana bulanmış sarı bir güneş gibi

si-ya-u’nun kellesi…”

 

Bir şey söylemek istedi, yok söyleyemedi, nutku tutulmuştu Nazım Hikmet dizelerine. Pertev Naili Boratav, dostuna fırsat buldukça Almanya’ya Resimli Ay dergisini yolluyordu. Oradan bilir ve çok büyük bulurdu Nazım dizelerini. Kafasını dağıtmayı başarmıştı dostu.

Pertev Naili Boratav’ın yanında gördü işte Ayşe Sıtkı’yı. Ve tabi ki derhal aşık oldu. O muazzam mektupların sahibiydi artık iki gözü Ayşe’si. Öte yandan hayranı olduğu, ustası bellediği Nazım’a götürecekti onu, arkadaşı Pertev. Nazım da Sabahattin’i çok sevecek hele ki Bir Orman Hikâyesi’ni okuyunca gözleri ışıyacak ve “Bırak artık bu şiir işçiliğini Sabahattin, romana yönel,” diye nasihat edecekti. Keyfi yerine gelmişti, bu idealist aydın grup ile zaman geçiriyor, sohbet ediyor, çok şey öğreniyordu. Görevi için ayrılacaktı. Öyle isteksizdi ki Resimli Ay’daki insanlarını bırakıp, tayin olduğu Aydın’ a gitmeye. Almanya’ya gitmeden önce ilk görev yeri, bir türlü ısınamadığı, kendini ait hissedemediği Yozgat olmuştu. Dönünce de Aydın’a atanmıştı.

O dönem, daha önce aynı görüşe sahipken, sonradan ayrı düşüp, düelloya bile tutuştuğu Nihal Atsız’a da dergisinde basılmak üzere bir şiir vermişti.

“Başım dağ saçlarım kardır

Deli rüzgârlarım vardır

Ovalar bana çok dardır

Benim meskenim dağlardır dağlar.”

 

Aydın’a giderken, Almanya yolculuğundan beri tanıdığı, duygu beslediği Melahat’ten, İzmir’de hasta olduğunu ve tedavi gördüğünü bildiren mektup almıştı. Almanya’da ret cevabı almıştı almasına ama yine de bir sürü hayal ile uçmuştu Melahat’ın yanına. Aydın-İzmir arası yakındı. Gider gelirdi yanına kim bilirdi. Melahat hasta olmasına hastadır, tüm desteğini verir, teklifini yineler fakat ne derse desin bu sefer de ikna edemez, Almanya’dan sonra bir kez de İzmir’de ret alır.

Gönül kırıklığına üzülecek vakit bulamadan komünizm propagandası yaptığı için cezaevine alınır. Aydın’da üç ay yatar. Okur, düşünür, bir taraftan da mahkûmları gözleyip, hikâyelerini dinler. İşte bilmediklerimden biri de buydu ki Kuyucaklı Yusuf, bu hikâyeler ile Aydın’da uç verecekti.

Üç ay sonra suçsuz bulunup, çıktığında yine eski büyük aşkı Nahit Hanım depreşir. Nahit de Nahit’tir hani. Samet Ağaoğlu’nun “Rönesans gibi kadın”, Cemal Süreya’nın“Bin dokuz yüz yirmi üç gibi kadın” dediği, Orhan Veli’nin de deli gibi aşık olduğu, Nahit Gelenbevi. Nahit Hanım’dan etkilenmeyen var mıydı ki!

“Seneler sürer her günüm

Yalnız gitmekten yorgunum

Zannetme sana dargınım

Ben gene sana vurgunum

Başkalarına gülsem de

Senden uzak kalsam da

Sevmediğini bilsem de

Ben gene sana vurgunum”

 

Kendisine karşılık vermeyen Nahit’e içerliyordu, elinde değildi. Bir gün meyhanede, ilgisi olduğunu bildiği halde Orhan Veli’yi alttan alta doldurup, Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a sitemli bir mektup yazmasına da neden olmuştu.(6) Bu çocuksu kıskançlık daha öteye gitmemişti elbette…

Aydın’dan Konya’ya tayin olan Sabahattin Ali derin bir boşluktadır. Bu sefer de kalbini delice çarptıran, on beş yaşındaki öğrencisi Melahat Muhtar olacaktır.

“Başını göğsüme sakla sevgilim,

Güzel saçlarında dolaşsın elim.

Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim,

Sevişen yaramaz çocuklar gibi…”

 

Artık önüne gelene Melahat’ı anlatıyordu. Ona kardeş mesafesi koyan ama uzun uzun mektuplaştığı Ayşe Sıtkı’ya şöyle yazacaktı.“Sana yazmakta on gün kadar geç kaldım. Sebebi basit, her zamanki hastalığım: Yine aşığım.”(2)

Aileleri araya sokacak kızı isteyecekti ama aile de Melahat da ona soğuk davranınca payına arkadaşı Ayşe’ye yıkık dökük;

“Ne bir dost, ne bir sevgili

dünyadan uzak bir deli

beni sarar melankoli

kafamın içerisi ölür.”

 

şiirini yollayıp dertleşmek düşecekti.

Belaların arka arkaya gelmek gibi bir huyu vardı, Sabahattin Ali’nin hayatında… Bunlara bir de Cemal Kutay eklenecekti. Yine yanlış insanla el sıkışmıştı. Cemal Kutay düşmanlığını kazanmıştı bu sefer de. Onun kışkırtmasıyla, Atatürk’e hakaretten bir yıla mahkûm edildi.

Konya Cezaevi…

Konya Cezaevinden arkadaşı Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektupta,“Benim meselem, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi.” olarak açıklayacaktı.

Öyküler yazmaya devam edecekti cezaevlerinde. Sözgelimi Candarma Bekir öyküsünü, hapishanedeki Çallı Halil Efe’yi dinleyerek yazacaktı. Dur durak bilmezdi o.

Kısa kaldığı Konya Cezaevinden Sinop Cezaevine gönderilecekti. Hapishane şiirleri gelecekti burada da, ki; bildiğim dokuz tanedir. Sinop Hapishanesinde gündüzleri aralıksız yazıyor, geceleri de mum ışığında sürekli okuyordu. Ve mütemadiyen Ayşe’ye mektup yazıyordu.

“Sana yazmak benim için hiç olmazsa kitap okumak kadar lazım.” (2)

Hapishane şarkılarını bitirince, büyük hayranlık duyduğu Nazım’a da yollamıştı. Haberleşiyorlardı. Gardiyanın kendisine verdiği mektubun üstünde Nazım ismini görünce havalara uçar, okudukça sevinirdi çocuk gibi… Romanını sabırsızlıkla, güvençle beklediğini söylüyordu koca Nazım ve “Bak konkre (net) konuşuyorum. Hikâye ve romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Suat Derviş var…” Bu cümleler ile saldıracaktı yine yeşil mürekkebine… Bu nasıl bir bahtiyarlıktı böyle, kime aşık olduysa karşılık bulamıyordu ama iyi ki Nazım vardı hayatında. Kendisini yüceltiyordu, ağabeyi ve ustası bildiği şair.

1930 yılında, genel aftan yararlanarak tahliye oldu. Amma velakin memuriyetine de son verilmişti. Artık özgürdü, özgür ama işsiz…

Onu karşılamaya gelmesini istemişti iki gözü Ayşe’sinden. Ayşe gelmedi rıhtıma…

Kaçak göçek, ağabeyi Koca Nazım’ı buldu. Şair fena halde aşıktı Piraye’ye. Durmaksızın kendisine aşkını anlatan Nazım karşısında ne kadar yalnız olduğunu bir kez daha fark etti.

“…Ve yalnız annem değil, hiç kimse beni sevmez. Birçokları beni garip, hoş, tetkike değer bulurlar. Birçokları beni beğenir ve bana acırlar. Bana karşı alaka duyarlar. Bazen bu muhtelif hisler o kadar karışır ki, beni sevdiklerini zannederler. Fakat beni hiç kimsenin sevemeyeceğini bilirim. Bunu şimdiye kadar kendime söyleyemiyordum. Söylemekten korkuyordum. Meğer o kadar korkulacak bir şey değilmiş. İnsan yapayalnız kalıveriyor, o kadar…” (2)

 

Ve gelin yine Ayşe ile derin muhabbetinin aklıselimliğine ve güzelliğine bir kere daha bakalım.

“Biz seninle kavga da edebiliriz, ama birbirimizi anlayarak. Biz birbirimizi sıkmaya başlayabiliriz, ama anlaşarak… ve en nihayet bir müddet konuşmayabiliriz de… fakat bunu hiç olmazsa bir kere haber vererek… Gözlerinden hesapsız defalar öperim Ayşe.” (2)

Yukarıdaki mektupları ihtimal ki Ankara’dan yazmıştır… O sıralar işsizdir ve soluğu bilin bakalım kimin yanında alır?  Devam edecek…

Kaynakça:

 

1-Yeşil Mürekkep, Osman Balcıgil/Destek Yayınları 

2-İki Gözüm Ayşe, Ayşe Sıtkı, Doğan Akın derlemesiyle/Ataol Yayıncılık

3- Başın Öne Eğilmesin, Hıfzı Topuz/ Remzi Kitabevi

4- 1929 yılında çekilen Sonny Boy isimli film şarkısı sözleri

5- Ali Şeriati

6- Ağabeyim Orhan Veli, Seray Şahinler/ Doğan Kitap

7- İlk yaz, Gülten Akın

8- Trt 2-Edebiyat Söyleşileri– Filiz Ali

9- Ali, Küçük İskender/ Sel Yayıncılık

10-Canım Aliye Ruhum Filiz, Sevengül Sönmez Hazırlamasıyla/ Yapı Kredi Yayınları

11- Ay Karanlık, Ahmet Arif

12-Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim (S:334), Aziz Nesin/Nesin Yayınevi

13- Bir Eflatun Ölüm, Behçet Aysan

Picture of Hülya Duman

Hülya Duman

Tüm Yazıları