FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Yeşil Mürekkep ve Diğer Kitapların Işığında / Sabahattin Ali / Bölüm 2

Yeşil Mürekkep ve Diğer Kitapların Işığında / Sabahattin Ali / Bölüm 2

Yeşil Mürekkep ve Diğer Kitapların Işığında / Sabahattin Ali / Bölüm 2

Hülya Duman

 

Merhaba yeniden,

İlk bölümü şu soru ile bırakmıştık: “Yukarıdaki mektupları ihtimal ki Ankara’dan yazmıştır… O sıralar işsizdir ve soluğu bilin bakalım kimin yanında alır?”

Tabii ki Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş, en nitelikli ve donanımlı, yeri doldurulamayacak Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in. Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hoca’sı neyse Hasan Ali Yücel de odur ve kuşkusuz ki ayrı bir yazıyı hak eden, sağlam bir kişiliktir. Dönemin aydın, elit, yazar, şair kim varsa hepsini kucaklayan, kollayan, savunan Mahmut Hocası’dır. Onlara iş imkânı sağlarken, öte yandan onların birikimlerini de genç Cumhuriyet için bir fırsata dönüştüren Hasan Ali Yücel, tercüme büroları açarak, yaklaşık bin kadar dünya klasiğinin, birçok kitabın çevirisini bizlere kazandırmış, değerbilir bir aydın ve yüce gönüllü insandır.

Neticesinde büyük uğraşlarla bu kıymetli öğretmenin; öğretmenliği yanında Neşriyat Müdürlüğü Büro Şefi olarak  değerlendirilmesine karar verilir. Işık görünmüştü yeniden işi olacaktı, göklerde uçuyordu. O halde Ayşe’nin nikâhına talip olabilecekti.

 Oldu da …

“Benden daha iyisini mi bulacaksın Ayşe, nikâhına talibim.” (2)   

Cevap maalesef yine olumsuzdu

 

“Niçin ruhumuzun asla ısınmadığı kalıplarda kalmaya mecburuz? Bir insana bundan daha büyük bir işkence olur mu?”

 Karalar bağlar, çıldırır yine. Son Mektup şiiri ile cevap verir Ayşe   

 Sıtkı’ ya.

 

“Benim gönlüm doğuşundan deliydi,

  Başka dünyaların şaşkın seliydi…

  Bunun böyle olacağı belliydi…

  Her şey biter sel yerine döndü mü.” (3)

 

Kendi ruhsal durumu böyle iken, Almanya’da ırkçılık savunusu ile giderek yükselen Hitler, onun destekleyicisi İtalya ve Türkiye’de savunuculuğunu yapan eski arkadaşı Nihal Atsız gibi faşizanlar tarafından gerginlik daha da tırmandırılıyordu. Gidişatın nahoşluğu, Sabahattin Ali’nin gönül kırgınlığına paraleldi. Tüm kişisel sorunlarının dışında olan bitene de gözünü dikmişti.

“Ah, kimselerin vakti yok

 Durup ince şeyleri anlamaya

 Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

 Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya” (7)

 

Sabahattin Ali, müthiş gözlemci ve politik okumaları, saptamaları yerinde olan bir aydındı. Ve olup bitene duyarsız kalamazdı. Sabahattin Ali, sessiz kalamayacaktı. Bilirdik,  O ne kavgada ne de aşkta korkak biriydi. Hiç olmamıştı!

Savrulup, uçurduğu düşüncelerle zaman geçip giderken, yapayalnız hissediyordu kendisini. Aklına, yıllar önce denk geldiği, lacivert gözlü kız geliyordu bu sıra…

 Acil olarak buluşmalıyız Pertev!

“Adımlarım kimseninkine uymuyor, herkes beni yolun ortasında        bırakıveriyor…

herkes… yolun ortasında…

yaşlanıyorum …

Evlilik kararı verdim Pertev, Almanya dönüşümde dayımların evinde iken karşılaşmıştım, ismi Aliye.”

“Yahudi bakkal parasız kalınca eski defterleri karıştırırmış.” dedi Pertev Naili Boratav dostuna. Sabahattin şöyle bir düşündü. Pertev haklıydı. Düğüne gider zurnaya, hamama gider kurnaya aşık olurdu. Karakteri böyleydi…

Durumu, artık kardeşim diye seslendiği Ayşe’ye de yazdı…

“Mühim haber evleniyorum,

Nişanlım, şu masumeler sınıfına dahil. 1,60 boyunda. Gayet sessiz, okumaya ve düşünmeye meraklı. İsmi Aliye.” (2)

En nihayetinde Aliye, “Hapis yatan adama kız mı verilir?”(10) tepkisiyle bu izdivacı olumlamayan babasına karşı çıkmış, mektuplarla aşık olduğu adama “Gözlerimi kapadığım zaman senin hayalini görüyorum.” diyorsun. Ah Aliye, ben gözlerim açıkken bile hep seni görüyorum.” (10) diyen Sabahattin Ali’ye evet demiştir. Aylardan mayıs idi ve bizim deli adamımız eski sevgiler atılır, diye coşa coşa nihayet çok kez talip olduğu dünya evine girecektir.

 

Mayıs ayların gülüdür

 Taze bir çiçek dalıdır

 İçerim ateş doludur

 Mayıs’ta gönlüm delidir.”

 

Mayıs ayına bu kadar güzelleme yaparken, bir taraftan da gözleri Almanya’da giderek yükselen Nazi partisinin üzerindeydi ve çok daha önceden demişti Pertev’e; “Hitler Versailles’i çöpe atar.” Ne büyük öngörü ama!

Sabahattin Ali, hiçbir zaman elde edemeyeceğini düşündüğü, bu nedenle kederlere kapıldığı ahengi, sonunda yakalamıştı. Öyle ya! “Bir insana bir insan herhalde yeterdi,” şimdi gerçekten başında mutluluk yelleri esiyordu. Canı Aliye’si, yazmak için huzurlu ortamı ona yaratmıştı. Konya Cezaevinde yazmaya başladığı Kuyucaklı Yusuf”u tamamladı. Eser, daha tefrika edilirken, kitap olarak yayımlanmak istenmişti. Daha ne olsundu.

Her şey mükemmel gidiyordu ama yaşı otuza gelip dayanmıştı ve defalarca tecil ettirdiği askerliğini yapması gerekiyordu. Tam da o anda Aliye’nin hamile olduğunu öğrendi, bu dünyada kendisinden daha mutlu kim olabilirdi ki artık. Avukat Niyazi Ağırnaslı ile askerlikte tanışır, ilk günden kaynaşırlar. Hamilelik bir taraftan, askerlik öte yandan süredursun, Kuyucaklı Yusuf mahkeme kararı ile toplatılacaktı.

Biricik kızı Filiz, dünyaya uğuruyla gelmişti. Kuyucaklı Yusuf raporları iyi yöndeydi. Özellikle Reşat Nuri Güntekin, “Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikâyecilerinin en kuvvetlisidir.” diye başladı raporunu yazmaya… Kuyucaklı Yusuf da Sabahattin Ali de temize çıkmıştı…

Kısa bir Eskişehir ikametinden sonra Ankara Musiki Muallim Mektebi’ne atanmıştı. Ata’nın, Nazi Almanya’sından kaçan, 1400 civarı aydını eğitim neferi olarak ülkeye kabul ettiği dönemlerdi. Carl Ebert de bunlardan biriydi. Devlet konservatuvarında göreve başlamıştı ve bir dramaturga ihtiyaç vardı. Evet, Sabahattin Ali, bu iş için biçilmiş kaftandı. Almancası çok iyiydi, evinin duvarı kitapla kaplı, müthiş birikimli, kavraması yüksek, daima iyilik düşünen, haksızlığa gelemeyen ve hiçbir zaman tepkisini esirgemeyen, gerek ülke gerekse dünya gidişatının nabzını iyi tutan, öyle ki Hitler’in ayak seslerini çok önceden doğru yorumlamış “durmasını bilemeyecek kadar deli” demişti. Mükemmel gözlemleri, zekâsı ve görüsü ile Milli Şef’in savaşa ne yapıp ne edip girmeyeceğini, Hitler’in yenileceğini; kimse aksini düşünemezken, o söylemişti. Gerçekten de o aralar, sonunda Almanların yenileceğini söyleyen ender insanlardan biriydi. Niyazi’ye dedi ki; “Tek gözlü Alman generallerinin savaş kazandığı görülmüş mü? Başlarına belayı şimdi sardılar.” Yine Churchill’in İsmet Paşa’yı asla ikna edemeyeceğinden emindi. Dolayısıyla Carl Ebert, böylesi bir aydın ile çalışmaktan ziyadesiyle memnun olmuştu. Birlikte hem çok güzel işler yaptılar, hem de çok iyi dost oldular. Bir yandan dramaturgluk yaparken öte yandan kendi işlerini de aksatmıyordu. Artık tanınan bir yazardı. Ve dünya bu halde iken, dünyayı yaşanmaz hale getiren insanı yazacaktı bu sefer. İçimizdeki Şeytan, bu düşünce ve olaylar örgüsü üzerine doğacaktı işte.

Evinde mutluydu. Ruhu Filiz’i kucağındaydı. Kitapları seviliyor, işi iyiydi ama dünya savaşın ortasında iken, Sabahattin ikinci kez askere alınacaktı. Hem ailesini, hem de mecburi işlerini hiç aksatmayacak, geceleri ise aralıksız yazacaktı… Herkes, savaş yangınının kokusunu, çığlıklarını çok yakınlarında hissetmekteydi artık. Bu koşullarda, askerdeki çadırında başladı yazmaya Kürk Mantolu Madonna’yı.

Kızı Filiz Ali, bir söyleşide şöyle tanımlar yazarlığını: “Öyle hızlı düşünür, öyle hızlı yazardı ki, Kürk Mantolu Madonna’yı her hafta yayımladığı tefrikalar ile çıkarmıştır.”(8)

İnsanın derinliğini yazacaktı bu kez. Yine insandı malzemesi, uğruna herşeyi göze aldığı insan!..

Romanları ve öyküleri ne kadar etkileyici olursa olsun sosyalizme dair güzellemeleri, ırkçılık karşıtlığı ve Resimli Ay çevresi ile yakınlığı nedeniyle siyasi polisler, habire dosya biriktirmekteydi kendisi hakkında… Oysa ne yönetilebilir ne de yönetebilirdi o. Yalnızca bir sosyalistti hepi topu… Hiçbir örgüte üye değildi, çünkü bu onun ruhuna aykırıydı. Dünya görüşü başkaydı, örgüt üyeliği başka… Evet, içerlediği çok şey vardı. Nazım Hikmet içerdeydi mesela, bu çok gücüne gidiyordu.

“Sana her zaman o kadar güvendim ve güveniyorum ki …” diye başlayan Nazım mektubunu aldığında içini, bir yandan gurur bir yandan acı ile çekti. Zarfın içinden çıkan şiirle nutku tutuldu yine…

“Haydarpaşa garında

 1941 baharında

 saat on beş.

 Merdivenlerin üstünde güneş

 yorgunluk

 ve telaş…”

 

“Şu an inan ki senin dostun olmakla değil, sadece seninle aynı devirde yaşamış olmakla övünüyorum. Ah be koca Nazım,” dedi ve gözyaşlarının zarfı ıslatmasına aldırmadan kapattı.

Hitler’in savaşı kaybedip, intihar ettiği sıralarda Sabahattin Ali, üçüncü kez yaptığı askerliğinden evine dönüp, işlerinin başına geçmişti ki; Amerika, küçük oğlan, şişko adam ismini verdiği bombalar ile sokaklarda en çok insanın bulunduğu saati hedefleyerek, Japonya’yı bombalamıştı. Oysa Avrupa’da savaş bitmişti… Ülkede ise gerici-yobaz taraf, SSCB yanlısı olan Tan Gazetesi’ni basacaktı. Baskında kimler yoktu kimler! Demirel, Erbakan neyse de Orhan Birgit’e, İlhan Selçuk’a ne demeliydi! Tam da bu noktada hakkında biriken dosyalar nedeniyle görevden alındı Sabahattin Ali. İşsiz kalmıştı. Çoluğu çocuğu Ankara’da bırakıp, İstanbul kapısını aralayacak, ekmek kapısı için koşacaktı.

Marko Paşa günleri böyle başladı. Ortağı, Aziz Nesin idi. Sabahattin Ali, son kuruşuna kadar koydu cebindeki parasını. Aziz Nesin’in parası yoktu ama yoğu var eden biriydi. Çok çalışkandı, istikrarlı, dürüst, yaratıcıydı ve asla pes etmeyen sağlam bir kişiliği vardı.

 

Arada bir Sabahattin Ali, ona sataşıp küstürse de birlikte müthiş bir iş çıkarmışlardı ve Marko Paşa patlamıştı. Her tıkanıklığı Aziz Nesin, yukarıda saydığım kişilik özellikleri ile dur durak bilmeden aşmıştı. Öyle ki, ilk sayıda, dağıtımda problem olmuş, dağıtıcı gelmemiş, ortada kalmışlardı. Ama Nesin yılmamış tüm baskıyı yüklenmiş ve kendisi dağıtmıştı. Bu bomba etkisi yapan bir rüyaydı. Rıfat Ilgaz da onlarlaydı. “Toplatılmadığı zaman çıkar”, “Yazarları içerde olmadığı zaman çıkar” sloganlarıyla çıkarılan dergi Türkiye’nin karışık siyasi gündeminde basılıyor, alaycı bir üslupla nalına da, mıhına da vuruyor; birilerini fena halde kızdırıyordu. Sabahattin Ali, kaleme aldığı, “Topunuzun köküne kibrit suyu” yazısı ile üç ay hapis cezasına çarptırıldı.

 

“Aliler kibarlık nedir bilmeden konuşurlar,

 dobradırlar, samimidirler.

 Ali’nin sabıka kaydı onun için kalbi ”(9)

 

Rasih Nuri İleri, taparcasına severdi Sabahattin abisini; hem abisiydi hem de hayran olduğu büyük bir aydındı.

“Seni saklamak bu vatan ve benim için bir namus borcudur abi.”

Sevgiyle öptü kendinden on üç yaş küçük ama iyi eğitim almış adamı. Doyumsuz sohbetler yapıyorlardı birlikte. Sırça Köşk’ü, Rasih’in evinde gizlenirken bitirdi. Kafadarlar Marko Paşa’yı delice sürdüre dursun, başları derde girince derginin ismini Merhum Paşa olarak değiştirmek zorunda kaldılar. Malum Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi daha pek çok ismi olmuştur derginin. Çünkü kindar bakan gözler vardı üzerlerinde. Merhum Paşa’nın ilk sayısında, Nihal Atsız’a bulaşmışlardı yine ve dergi, Nihal Atsız hışmına uğrayarak, sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Cemil Sait Barlas’a hakaret davası da sonuçlanınca bu sefer de Sultanahmet Cezaevinin duvarları ile karşılaştı Sabahattin Ali. “Barlas” soyadına kötü aşinalığımız çok eskilere dayanırmış meğer!

 

Gençti, bir yığın arbede içindeydi ve yazdığı koşullar çoğunlukla namüsait idi ama yine de ses getiren eserler üretmekteydi. Büyük becerisi ve yazma tutkusu vardı. Hem yazmasa çıldırırdı…

Üç kez askerliğe alınmıştı, Aydın, Konya, Sinop, Sultanahmet, Üsküdar Paşakapısı’nda ömür tüketmekteydi. Fena halde üzülüyordu ve bu kez hapse girdiğinde saçları bir anda bembeyaz olmuştu. Aliye’si dışarıda idi. Ruhu Filiz’i on yaşlarını sürüyordu. Dört ay bir türlü geçmiyor, dışarı çıkarsa bir daha içeri girmemek için Aliye’sine ve kendisine sözler veriyordu. Bazen patronluk yapıyor, Aziz Nesin’i çıldırtıyordu. Ama biri dışarıda öteki içeride, iki ortak, kâh dalaşarak, kâh sevişerek, kâh yazışarak, dergiyi çıkarmaya devam ediyorlardı. Marshall Planı tıkır tıkır işliyordu. Küçük oğlanın bombalamasından sonra Amerika artık dünyanın yarısının abisi olmuştu. Bu -sadece Türkiye’de değil, dünyanın büyük bölümünde sol tandanslı aydın avı demekti. Ve tüm bunları kaygı ile izleyen Sabahattin Ali, geleceğini Türkiye sınırları içinde hiç mi hiç iyi görmüyordu.

Ne yapacaktı? Yazmayacak mıydı? Öğretmenlik de yapamıyordu. Başka bir iş yapabilir miydi? Haydi yapsa, susabilir miydi? Böylesi ince duyarlılıkla ve onurla çok zordu. İşte tam da git gel, bu işleri düşünürken tanıştı Ali ve Hasan ile. Onlara güvenip sordu, Bulgaristan’a geçme işini. Eee, onun malzemesi insandı, güvenirdi… Daha önce de cezaevlerinde suçlu, mahkûm demez dinler, anlatırdı…

Avukatlığını Mehmet Ali Cimcoz yapmaktaydı. Öyle dost olup, içerden çıktıktan sonra da sıkça görüşür olmuşlardı Cimcoz ailesi ile. Sabahattin Ali’nin sevdikleri bu ülkede idi, ne olursa olsun havasına, taşına, kokusuna vurgundu. Hal böyleyken gitmeyi göze alamadı. İlkin başka bir iş yapmayı denedi. Cimcoz’ların da yardımı ile nakliyecilik yapma işini aldı üstüne. Olsun, sevdikleri ile olsundu da, ne iş olsa yapardı. Denedi, çabaladı, oldurmak istedi. Her gittiği yerden canı Aliye’sine ve ruhu Filiz’e mektuplar yazıyordu.

“Bana uzun ve güzel mektuplar yaz. Hikâye gibi olsun. Ben gelinceye kadar en az iki kilo şişmanla. Senin Doğan Kardeş aboneliğini altı ay daha yenilettim. Başka bir isteğin varsa yaz. Seni on milyon kere öperim. Baban S. Ali”(10)

Nakliyecilik yapıyordu, ailesinden uzakta ve bin bir sıkıntı ile… Sivil polis ensesindeydi, geleceğinin üstü mavi bulutlarla örtülü değildi, görüyordu. Cimcozlar da sabaha dek bunları düşündü. Sabah, onlara ve çok sevdiği Rasih Nuri İleri’ye gideceğini söyledi. Dolambaçlı yollardan geldi Rasih’e. Sarmaş dolaş oldular ne çok severlerdi birbirlerini. Ne doyumsuz konuşurlardı genç dostu Rasih ile. Cimcoz’lara nedense tam güvenmiyordu. Gerçi bir kötülük görmemişti onlardan ama yine de canı çok sıkılıyordu. Gece boyu düşündü ve bir plan yaptı. Sabah yine kaçak göçek çıktı, Hasan ile Ali’yi buldu. İnanmıştı, neden şüphe edecekti ki, insan değil miydi onlar? İnsan insana niye kötülük yapsındı ki? Ülkesinin güzel insanları için didinmesi, ailesine hasret kalması, canı kızına sarılamaması, güç kanaat geçinmesi, hapislerde yatması aydın duyarlılığından değil miydi? İhtimal ki böyle konuştu sabaha kadar içinden içinden Sabahattin Ali. Aklına zerre kötülük gelmezdi onun.

“Dört yanım puşt zulası, dost yüzlü, dost gülücüklü, 

  alnım öperler suskun, hayın, çıyansı.” (11)

 

Ahh ki onlar da tam böyleydi. Ama onun ruhunun beslendiği kaynak insandı, insana dair kötülük içinde barındıramazdı.

Rasih’e anlattı planını. Rasih’in içi buruldu, acı sardı yüreğini, çok göz önündeydi, tanıyordu ağabeyini, hapse dayansa bile yazmamaya dayanamazdı.

“Hepinizin beni affetmenizi ve tekrar buluşuncaya kadar sevgiyle hatırlamanızı isterim. Şimdiye kadar kendimden başka hiç kimseye kötülük etmemek için gayret ederdim… Artık kendime de kötülük etmemek için bu kararı verdim…” sonu böyle biten mektubu, Mehmet Ali Cimcoz ve refikasına yazmıştı.

Düşündü, minnetle andı. Bir tek Hasan Ali Yücel olmuştu ülkeyi yönetenler içinde onu kucaklayan.

Sonra sevgili karısına ve biricik Filiz’ine yazdı ağlayarak…

“Susmak, susmayı kabullenmek, gerçekleri görüp de susarak bir hayat geçirmek de onursuzluk olurdu.”

Sabah kalktın, içinde dünyanın ölüsü…

Gözlüğünü, piponu, yeşil mürekkebini aldın, çantanı hazırladın.

İkiniz de öyle mahsundunuz ki kahvaltıda…

Sarıldınız sonra sımsıkı…

Merdivenlerden indin, demir kapıyı açtın

Ağır demir kapı kapandı isteksizce…

Dalından yere düşmüş, tek bir yaprak kadar yalnızdın değil mi?

Daha gitmeden özlediğin İstanbul’u kokladın,

Pencereden baktı Rasih, ağabeyine, içi ezildi.

İkisinde de sıra sıra dizilmişti gözyaşları…

 Buruk bir gülümseme, son sözler…

“Başka bir zamanda başka bir yerde Rasih.”

“Dilerim bir gün, hayalini kurduğun gibi bir ülkeye dönersin sevgili ağabeyim.” dedin, değil mi Rasih?

Günlerce dövülmüş, elleri ayakları mosmor, tanınmaz olmuş bedeni.

Saçılmış yerlere yeşil mürekkep, eski yazıyla yazılmış, biçare defteri

“Savrulmuş oraya buraya, kırılmış gözlük camları, iki parça olmuş piposu.”(12)

 

Sevgili Rasih, olan kıyım hep olmaya devam etti, biliyor musun!

Aynı gökyüzü aynı keder işte, değişen bir şey yok ki!”(13)

 Kiminin kırık gözlükleri kaldı acı hatıra…

 Kiminin sokakta, ters dönmüş, delik pabuçları

 Safa’lardan kalansa yanmış et kokusuydu.

 Kiminin sesi kaldı aklımızda vurmayın öldüm

 Bir Ali daha dövülerek öldürüldü!

Kaynakça:
 
1-Yeşil Mürekkep, Osman Balcıgil/Destek Yayınları
2-İki Gözüm Ayşe, Ayşe Sıtkı, Doğan Akın derlemesiyle/Ataol Yayıncılık
3- Başın Öne Eğilmesin, Hıfzı Topuz/ Remzi Kitabevi
4- 1929 yılında çekilen Sonny Boy isimli film şarkısı sözleri
5- Ali Şeriati
6- Ağabeyim Orhan Veli, Seray Şahinler/ Doğan Kitap

7- İlk yaz, Gülten Akın
8- Trt 2-Edebiyat Söyleşileri- Filiz Ali
9- Ali, Küçük İskender/ Sel Yayıncılık
10-Canım Aliye Ruhum Filiz, Sevengül Sönmez Hazırlamasıyla/ Yapı Kredi
Yayınları
11- Ay Karanlık, Ahmet Arif
12-Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim (S:334), Aziz Nesin/Nesin
Yayınevi
13- Bir Eflatun Ölüm, Behçet Aysan

Not: Yazının tamamı “Babamın Güzel Kitapları Vardı” kitabımda yer
almaktadır.

Picture of Hülya Duman

Hülya Duman

Tüm Yazıları