“İnsan hafızadan başka neydi ki?” diye soran
ve yazdıklarıyla yok edilmiş bir kentin izini süren
Recep Yıldırım’a…
I.
Dilin kavga için olmadığı zamanlardan gelmiştik
Ömrümüzün yıkıntıları arasında
Sadece annelerin bildiği o müthiş dilin izini sürüyorduk
İçinde göç olmayan bir dildi o
Ahşap merdivenli ve duvarlarında üç koca niş olan
O büyük salon küçük bir avluya bakıyordu
İçinde kör bir kuyu ve her yerde şellakiler vardı.
Ensemizde hissediyorduk tarihin nefesini
Sağanak yağmura saçağın altında yakalanmıştık.
Yılanlarla dolu mağaralardan söz ediyordu biri
İçinde altın olan.
II.
Solan bir günün renginden söz ediyordu biri
Çöl yorgunu bir kuşun hüzünlü sesinden…
Hep ortadaydık, arada kalmıştık
Ürküp giden kuş sürüleri geçiyordu üzerimizden.
Bir bir kesildi nar ağaçları
Evlerin sessiz mabetlere döndüğü zamanlardı.
Hurma dallarıyla sokağı süpürüyordu biri
Palmira’da yankılanan sesi o hanende kadının
Elleriyle örüp omzuna attığı şalı kadar kurşuniydi.
“…Itırlıydı sesi, reçineliydi. O ağıt yakmaya başladığında
Bu ıtır ve reçine tutuşur, bahhur gibi tütmeye başlar
Dinleyeni kendinden geçirir”di.
Gece o “Ya leyl” dediğinde başlardı.
Her şeyin er ya da geç ilk sahibine döneceğine inananlardandı.
III.
Hikâyelerimiz karışırdı birbirine
Ne çok dil, ne çok halk, ne çok hüzün.
Ninesi Recep’in hurufu İbrani
Ancak kelamı Arapça olan muskanın büyüsünün
Nasıl etkisiz hale getirileceğini şöyle anlatıyordu:
“Kim bulduysa aynı şekilde saracak,
Denize götürecek, akıntıya dikkat ederek…
Kayaların arasında kalacak,
Tuzlu su onu kayalara çarpacak
Huruf dökülecek, ummana karışacak”
Alıcı kuşlar geliyordu aklıma
Ve ilk vurduğum serçenin bendeki azabı.
Yuvarlak kalçalı, iri ve diri memeli tanrıça geliyordu aklıma
Dövmeleri dolayısıyla yürüyen kil tableti anımsatıyordu
Onun için açan çiçeklerle dolu bir bahçe geliyordu aklıma
Sadece öyküsü olan bir çiçeğin kokusu sarıyordu etrafı
Bir de gaz lambası altında dinlediğim
İçinde denizkızları, yunuslar ve fırtınalar olan
Bütün erkeklerin ölüp kızların kraliçe olduğu…
Nar, zeytin, incir, kekik ve sumak kokan masallar
Efsunlu dualarla sonlanırdı.
IV.
Zarif bir kadının beline benzeyen
Şeftali ağacının reçinesi
Güneşin ışığını soğururdu.
Denizden değişik renklerde taşlar toplar
Dalında kuruyan üzümün şarabını içer
Denizyıldızı kuruturduk.
Ardından kalafatlanmamış bir tekne gibi kıyıya vururduk
Bütün gün tülbent kenarına oyalar işleyen o Affanlı kadın
Ve kızarmış sobaya sırtını dönüp kaşımamı isteyen
Babam gelirdi aklıma
En iyi, İskenderunlu Etia bilirdi harmandalı oynamayı
Oniki yaşlarında dört çocuğun fırtınalı bir havada
Filika ile yaptığı yolculuğu anlatırdı biri
Terzinin oğlu Yusuf, Telkari ustası bir babanın oğlu Yakup
Kioslu bir Rum olan Andrea ve Halil’in oğlu İbrahim’in öyküsünü…
Suyun ürpertisinden dipteki balığın çeşidini
Gökyüzü atlasında yıldızlara tutuna tutuna
Açıldığı limana dönmesini ecdadından öğrenenlerden
Erguvani bir renk almış katranın öyküsünü bilenlerdendiler.
V.
Küfürler eşliğinde birbirleriyle kavga eden üç kadının
Önce etekleri açılmış, sonra gömlek düğmeleri çözülmüş,
Ardından memeleri görünmüştü.
Unlu kurabiyeler, renkli macunlar
İri elmalı şekere benzeyen çocukluğum
Ve ismini kekeleyerek söyleyen Bünyamin geliyor aklıma.
Duvardaki Mezopotamya haritasında İskenderiye yanmış
Sepya külleri kalmış kütüphaneden geriye
Öyküsünü Apé Musa’dan dinlemiştim.
Simi dökülmüş bir aynada unutulmuş
Eski bir fotoğraf gibiydi.
VI.
Bereketli nar ağacının yanında ve yaşlı zeytin ağacının altında
Hasırlar üzerine yayılmış yer döşeklerine
“Dar etekle yer sofrasına oturulmuyor ki canım” diyen
Kadın geçiyor hatıralarımdan.
Çivit mavisi eklenmiş beyaz kireçle boyalı
Duvarları olan o eski ev geliyor aklıma
En son orda toplanmış, iyi insanlardan, yaban narlarından,
Bodur zeytin ağaçlarından
Ve turunç kokan sokaklardan söz etmiştik.
Adı, tadı unutulmuş yemeklerin rayihası sinmişti oraya
O toprağın bildiği dilde şarkılar söylenmiş, şiirler okunmuştu.
Harnup rakısından içmiştik.
Sahipsiz kalmış evlerin ve taşların öyküsünü anlatmıştı biri.
Hanna’yla iri memelerden ve geniş kalçalardan söz etmiştik.
Limon çiçeklerinden kolye, bilezik yapan kızlardan…
Antik bir anforadan içmiştik şarabı,
Kekremsi tadı yabanmersini gibiydi.
Yıllar sonra bana hambelesi anımsatan…
Lir eşliğinde, unutulmuş bir dille
Şarkılar söyleyen kızlar geliyordu aklıma
Affanlı kadınların fettan, dilbaz, dobra, tombul
Ve güzel olduğunu söylüyordu biri.
Bahçesinde paslı tenekelerde
Sardunyalar, kasımpatıları ve ıtırlar yetiştiren
Ateşe sevgi ve nefretle bakan
Güzel rahat evlerden ve serin avlulardan gelen
Hüzünlü ve güleç yüzlü kadınlar düşüyor aklıma.
Beyaz atlar geçmişti kapımızın önünden.
Periler yol göstermişti bize.
Kırlarda birlikte yatmıştık.
VII.
Yazın kavurucu sıcaklığı için annem
İkisi de bekâr ve geçkin olan kızlara
“Koca bulup ateşinizi söndüremediniz,
Bu sıcaklar sizin yüzünüzden” demişti.
Onlar da “Hep senin fırıncı kocan yüzünden.
Bütün gün odun tepip durdu fırına” diye takıldılar.
Esintiden umutlarını kestiklerinde biri:
“Aramızda güzel yok ki esintiyi baştan çıkarsın
Hepimizin memeleri sarkmış, boynumuz kırışmış.
Esinti neyimize gelecek.
Esse bile tenimiz ürpermez” demişti iç geçirerek.
VIII.
“Şuhper on dokuz yaşında. Memleketin en güzel kızı. Kumral. Dalgalı belini döven saçları, Sardunya kırmızısı dudakları, gamzeleri, incecik beli ve cilvesiyle tam bir afet. Kısacık elbiselerle bisiklete biner, herkesin aklını alır. Teni süt köpüğü. Makyaj yapmaz, parıltılı teni yüzünden sim dökünmez düğünlere giderken.”
IX.
Sahipsiz bir örs ve çekiç öylece duruyorken köşede
Madam Yoland’ın “Yükünü alıp limandan ayrılan vapur”a
Yaktığı ağıt geliyordu aklıma.
Ayrılık, yalnızlık sızıyor gazelinden.
“Bu keder onun hayatından değil, Ona kalan miras” demiştin.
***
Vahit Hikmet Umul ve Sezgin Akbaş’ın ardından
Her bahar yeniden dallanacak olan çiçeklerden söz edilmişti.
Hambelese durmuş murt ağaçlarından…
Gökyüzüne asılı kalan sözcüklerden…
***
Destancı denilen Türkmen ağıtçılarından
Gülünce gözleri kaybolan insanlardan söz edilmişti.
Ağıtçının sesinde rüzgâr vardı,
Ve eşkin koşan atların nal sesleri…
X.
Biri Mersin’de limon, Adana’da pamuk,
Aydında zeytin toplayan fellahlardan söz etti.
Ritmini pirinç havanda kimyon döven kadından alan
Kederli bir türkü tutturdu bir diğeri.
İçinde hasret, tutku, aşk ve yolculuk olan…
Kervanlardan, gemilerin özgürce yanaştığı limanlardan,
Yaşlı kalafatçılardan
Demli çaylardan, koyu kahvelerin içildiği
Sahil gazinolarından, portakal çiçeklerinin kokusunun sindiği
Dar sokaklardan
Ve cennete çevrilen küçük bahçelerden söz edildi.
Geçtik kurutulmuş gül kokuları arasından
Geldik deniz kokusunun bittiği yere
Ve durduk ilk büyük hıyabanında kentin.
Bir antik villanın mozaik tabanı büyülemişti bizi
Bahçesinde gösterişsiz bir lahite sırtını dayayarak
“Harbiye’yi (Defne) ermişlerin dağı bellemişiz,
Dualarımız onu yitirmemek içindi”
Diyen kadını unutmadık.
XI.
“Bizanslı yanı ağır basan bir Osmanlı, Romalı kalmış bir Antakyalıydı dedem. Türkçesi mükemmeldi. Arapçası için Beyrudi derlerdi. Rumcasına bayılırdı Rumlar. Kilikya Ermenicesini türkülerine varana kadar bilirdi. Edebi bir Fransızcasının olduğu söylenirdi. İtalyan Kilisesi’ne gelen rahiplerle çat pat İtalyanca konuşurdu” diyen Recep’in nasıl da iftihar ettiğinin tanığıyım.
Babasına susan lafları söyleyenlerle bitsin bu şiir.
Her kentten mutlaka bir şeyler kalsın geriye…