
“Kadın sorunsalı baydı artık,” türünden bir şey söylüyor bir erkek yazar, yolun başındaki (kadın) yazar adaylarına, katıldığı bir toplantıda. “Başka konular seçin kendinize, yeni konuların peşine düşün.” diye sürdürüyor yol gösterici konuşmasını.
İlk anda sinir zıplatan bir tarafı olsa da, işin pratiğine bakıldığında haksız değil (!) mi ne? Yazdık, yazdık da ne oldu sanki? Aksine, şiddet aldı yürüdü. İş geldi “kadın cinayetleri” denilen o korkunçluğa dayandı. Tutsaydık dillerimizi, kalemimizi o yönde oynatmasaydık, itirazlarımızla üzerine gitmeseydik konunun, doldurmasaydık meydanları yeri geldiğinde, yanan ateşe benzin dökmeseydik bir çeşit, kışkırtmasaydık karşımızdakini yani, değişir miydi bir şeyler?
Bu düşünce noktasına gelsek ne çok rahatlar birileri ama. Tüm bu olup bitendeki rolümüzü gözden geçirsek, sonra derin bir sessizliğe gömülsek, ağır suçluluk duygusu içinde. Çok şükür vazgeçtiler aynı şarkıyı söyleyip durmaktan, diyen birileri çıkar mı içlerinden? Kesin.
“Kadın” dendiğinde -hele de kadın sorunu- bu ayrıma ciddi ciddi direnç gösteren örgütlü –kadın, erkek, karma- bir yapı çıkıyor karşımıza. Bu öyle bir yapı ki; iyi öğrenim görmüş, kendini ilerici, aydın olarak tanımlayan da var içinde, yaşamını binlerce yıl önceki dogmatik öğretiye sahip çıkarak sürdüren de. Ne tuhaf! İlericimiz, “Konu, insan konusu, insana ilişkin bir düzenlemeye gidilirse kadın da bu değişimden payına düşeni alacaktır.” diyerek ortada fiili bir kadın sorunu olmadığına işaret ederken, gerici zihniyet ise, “Kadının hakları din ile güvence altına alınmıştır, mevcut siyasi sistem işleyişi tıkamasa kadınların gül gibi hakları orada duruyor işte.” diyerek ilerici tayfasının yaklaşımına faklı bir açıdan destek sağlıyor. Akıllara zarar bir tarafı olsa da, bir yanıyla acayip dikkat çeken bir işbirliği değil mi sizce de?
Halbuki başka bir dil kurmak da mümkün kadın sorunu üzerine. Konuyu sıradanlaştırma marifetiyle normal göstermek yerine, tüm çıplaklığıyla görüp değerlendirmek. Elbette öncesinde, var olanın kabulü konusunda ayak dirememek. Aksi halde biz hep o aynı şarkıyı söylemeye, siz de dinlemeye devam edeceksiniz.
Bir Zehra İpşiroğlu oyunu olan Yüzleşme’nin ilk gösterimi sonrasında geçilen söyleşide söz alan genç bir erkeğin “Bunlar zaten bildiğimiz konular. Tekrar gündeme getirmenin ne anlamı var ki?” demeye gelen sözleri yazdırdı bana buraya kadar olanı. “Ta ki siz anlayana kadar göstermeye devam edeceğiz,” diye geçirdim o anda içimden, “Ta ki siz sorunun varlığını gerçek anlamda fark edene, kabul edene kadar…”
Aynı kişinin bir diğer yaklaşımı ise “Bu oyunu Doğu’da, Güneydoğu’da gösterecek olsanız nasıl bir tepki alırsınız?” sorusuyla çıkıyor karşımıza. Türkiye gerçekleri dikkate alındığında bu soru çok klişe bir yerden şekilleniyor aslında gencin kafasında. Çünkü İpşiroğlu çok kolay bir yerden kurmuyor oyun metnini. Ülkenin gerek coğrafi açıdan, gerekse sosyolojik ve kültürel açıdan dezavantajlı bir bölgesinden, az öğrenim görmüş “eğitimsiz” diye tanımlanabilecek bir erkeği koymuyor odağa. Öyle olsa işi son derece kolay olurdu. Ortada kadına dönük yanlış bir tutum varsa bunun ancak ve ancak sosyo-ekonomik düzeyi düşük birileri tarafından gerçekleştirilebileceğine ilişkin pekişmiş yargının peşinde takılır, alımlama anlamında daha “güvenli” bir alan açardı oyununa.
Oysa Yüzleşme’de bir tıp doktoruyla çıkıyor karşımıza İpşiroğlu. Bir doktorun karısına, kızına ve asistanı (hemşire) bir kadına yaşattıkları üzerinden şekillendiriyor kadın sorunsalını. Birbirine bakan, gözle görünmez iki ayna arasında geçip gidiyor sanki oyun. Kadının aynasından erkeği, erkeğin aynasından kadını görüyorsunuz oyun boyunca. Ve bir kez daha anlıyorsunuz ki kadın ve erkek her anlamda birbirinin etkileyeni, tetikleyeni, şekillendireni.
Bu noktada, gencin merak ettiği sorunun yanıtı (kırsal-kent/ alt konum-üst konum/ eğitimli-eğitimsiz ayrımında) pratikte nasıl şekillenirdi acaba? Göreceli daha geride olan erkek, gözde meslek sahibi hemcinsinin de kadınlara kendisi gibi davrandığını görüp gizli bir onay mı almış olurdu; yoksa yalnızca kendine yakıştırabileceği davranış biçimini başkasında (ki o başkası, toplumun pozitif ayrıma tabii tuttuğu bir doktor) görmenin şaşkınlığı içine mi düşerdi? Gözüne far tutulmuş tavşanın aczi…
Yüzleşme bir yanıyla izleyicisini de oyuncusu haline getiren, onu içine çeken bir oyun aslında. Hangi cinsiyetten olursanız olun kendinizi gerçeğinizle yüzleşmekten alıkoyamayacağınız. O gün CerModern Açık Hava Sahnesi’nde oyunu izlerken düşünmeden edemedim. O anda, o ortamda kaç erkek, geçmişte karısına ve kızına (çocuğuna) şiddetin türlü hallerini yaşatmıştı? Ve belki hâlâ yaşatıyordu. Kaç kadına tacize, cinsel istismara varan yaklaşımı olmuştu? Ve o anda kaç kadın bir erkeğin taşıması gereken utancı kendi utancı sayıp, kendi suçuymuş gibi saklıyordu?
Bir yerden başlamak gerekmez mi sizce de kendimizle ve gerçeğimizle yüzleşmeye? Önce söz vardı; yalnızca söz. Söylemek gerekir o zaman. Var olanı dillendirmek. Ne kadar bayarsak bayalım sonuna kadar göstermekten vazgeçmemek. Ta ki siz anlayana kadar! Ta ki…
“Yüzleşme”
Süre: Tek perde, 80 dakika
Yazar: Zehra İpşiroğlu
Yönetmen: Zehra İpşiroğlu, Deniz Şengenç, Onur Gazdağ
Oyuncular: Arzum Gökçe, Başak Vural, Aylin Saraç
Dans: Dilara Umay Koyuncu
Prodüksiyon: Mareliber
Yardımcı Yönetmen: Berfin Kaya
Videolar: Deniz Şengenç
Sanat Yönetmeni: Onur Gazdağ
Ses Düzenleme: İsmail Hakkı Hafız
Afiş Tasarımı: Janet Eke
Işık: Ömer Matei
Asistan: Kerim Can Kara