Ve çok ağır ilerliyor. (Didem Madak)

Salgın zamanının en başında… Endişeli ve korku dolu olduğum zamanlarda kafamı dağıtmak için –zaman da bol nasıl olsa- Zoom’dan bazı toplantılara katılıyordum. Bir söz aklımda kaldı, kim söyledi, nasıl söyledi tam hatırlamıyorum ama mealen şöyleydi, ‘’Bu salgın tek başına mutluluğun utanılacak bir şey olduğunu bize gösterecek.’’
Önceleri bir türlü anlayamadığım, birkaç bilinmeyenli denklem problemiyle karşı karşıyaymışım gibi şaşkın bir ifade hakimdi yüzümde. Oynamak, üretmek bir başka bahara kalmıştı! Ama o bahar ne zaman gelecekti, bilinmez! Bu düşünce koca bir boşluk duygusu bırakmıştı bende. Öyle bir boşluk ki… Bakmaya kalksam beni yutacakmış gibi bir his. Çok özel zamanlardan geçerken bir de kendi içime bakmak, dayanılmaz bir hâl alabilirdi, iyice kaybolabilirdim. Zamanda kaybolmak gibi silinip gidebilir, hiç oynamamış, hiç yaşamamış gibi evrenin derinliklerine boşluğa fırlatılabilirdim.
Durdum. İnatla… Odamda bir başıma…
Çünkü kadınlar milyonlarca yıl boyunca evlerin içinde oturdu, şimdi ise bu duvarlar onların yaratıcı güçleri tarafından delinmiştir. (Wirginia Woolf)
Duvarlarımı delecek yaratıcı güç bende mevcut mu, hadi diyelim mevcut, ne yaratacak da nasıl delip çıkacaktı acaba bu karantinadan? ‘’Bir şey yapmaktan daha çok, bir şey yapmamayı seç’’ dedim kendime… KENDİ KENDİME ‘’Yapma!’’ dedim.
Durdum… Bir an unutsam neden durduğumu, hayat mutlaka hatırlatıyor ‘salgın’ zamanında olduğumu. Kaç hane yasta şu an kim bilir! Kaç hayat kurtarılmayı bekliyor? Ben ‘’Oynamak, bilmem kaçıncı bahara kalsa n’olur’’, diyorum. ‘’Bir hastane odasında bir başına kollarında kordonlar, yüzünde oksijen maskesi olmaktansa ya da bir hastane önünde yakınını beklemektense n’olur oynamasan? Şu an her şey normalleşse ve ‘başlıyorum’ desen n’olur? Kaç kişi gelecek sanıyorsun? Kim bekliyor senin oyununu? Kimsenin umurunda bile değil oyun.’’
Bu gerçeği görmek ‘’baht dönüşü’’üm gibiydi.

Ortada trajik bir olay yoktu. Zaman ağır ilerlediği için sonunda sakin sakin kabullenmiştim ‘bitirmem’ gerektiğini. Noktayı koymak o kadar rahatlatmıştı ki… Tiyatro bitmişti benim için. Durmak, düşünce akışımı yavaşlatmış, büyük resmi yavaş yavaş gözümün önüne getirmiş ve bu ülkede bu şekilde tiyatro yapılamayacağını gözüme sokmuştum. Kendi sınırlı ‘geçim’ kaynağınla tiyatro yapmak delilikti. Ama şimdi salgın zamanının ‘kapatılmışlığında’ zuhur eden delilik farklıydı ve köprüden önceki son çıkış gibiydi… Kaybedecek bir şey yok! Başı dik bir delilik, müdanası da yok, yumruğunu masaya vurup noktayı koymuş bir hâlde ‘’yapma’’ diyordu: ‘’Böyle tacir olamazsın. Yoksullaşa yoksullaşa tiyatro yapmaya devam edemezsin. Bir kere girişimci değilsin, network ağın yok, meşhur değilsin, basından tanıdığın üç dört kişi ya var ya yok, sosyal medyanı da yönetemiyorsun, halkla ilişkilerini yönetecek kimse de yok. Daha önemlisi kimseden bir şey de isteyemiyorsun. Sanat ne yana düşer, sen ne yana? BAK! Kaybolur gidersin söyleyeyim sana… Kimsenin ruhu duymaz! Oyunun iyiymiş, öyleymiş böyleymiş kimin umurunda!’’
Derken derken on ay sonra oyun yaparken buldum kendimi… ama teknolojinin olanaklarıyla Zoom’dan. Olsun. Varoluş mücadelesi bu. İnadına varolmak. Direnmek!
Tam 14 aydır bir tiyatro salonuna adım atmadım; ne oyun izlemek ne de oynamak için… Ne zaman tiyatrolara gidilir bir daha, kestirmek güç. Bittiğinde oynayacağımız kaç mekân ayakta kalır, onu da kestirmek güç. Salgın zamanlarında kimlerin ne zorluklar yaşadığını biliyorum; mukayese etmek acılara haksızlık. Bir oyuncu olarak işimi yapamaz noktaya gelişim kişisel bir hikâyeden öte değil ama oyuncu arkadaşlarımın, meslektaşlarımın acıları toplumsal bir acı. Bu acının merhemi yok. Herkes kendi çözümsüzlüğünde ‘çözüm’ bulma çırpınışında… İstanbul’da mekânlar yavaş yavaş kapanmakta… İstanbul deyince kaç kişinin aklına tiyatrolar gelir? Yanan tiyatro binaları, yıkılan, kilit vurulan, çürümeye bırakılan, terk edilen, dipsiz karanlık bir yalnızlık kokan tiyatro binaları –sahi hatırlayan kaç kişi- oldum olası sızım sızım sızlatmıştır içimi; ama şimdilerde daha çok isyan ve inatlaşma hissini pekiştiriyor. ‘’Silemezsiniz’’, demeyi istiyorum; ‘’bu şehirden tiyatroyu, mekânlarını silemezsiniz’’, diyerek inatlaşmak istiyorum. Ama biliyorum her şey gibi unutulacak.
Dün bir arkadaşım ekonomik olarak daha fazla bu yükü taşıyamayacağından mekânından çıktı. Bir kamyon yanaştı tiyatronun kapısına, iki hamal ve eşyalar yüklendi. Bu kadar sade bir vedalaşma oldu belki de, kim bilir! Kadıköy’ün hoş bir semtinde Yeldeğirmeni’nde öyle bir sahne yok artık. Oyun oynadığım, oyun izlediğim küçük ama yüreği büyük bir sahne yok. Sessizce… Kimse bilmezken…
Sanatın bir ‘ihtiyaç’ olmadığı ülkede biz sanat üreticileri, sanat emekçileri tiyatro yapıyor olmamıza ‘delilik’ deyip gülümsüyoruz. Oysa gülünecek bir şey yok! Azıcık isyan yakışır bunca emeğe bunca çırpınışa belki de…
Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla! (Didem Madak)
Gitmek gerektiğinde gidebilmeli insan ama bu öyle bir şey ki, gidilmesi gereken sadece bir ‘mekân’ olsa, kolay!