FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

Saklı

Saklı

SAKLI

Ozan Aydın

“Çok pişirmeden bu şekilde işte,’’ dedi kadın.

“Ben de öyle yapıyorum.’’

Kadın tavadan başını kaldırıp gülümseyerek adama baktı. 

“Neye gülüyorsun? Ben de öyle yapıyorum ama seninki gibi olmuyor işte,’’ dedi adam.

“Herkesin bir uzmanlık alanı var diyelim.’’

“Benimki lezzetli yemek yapmak değil. Orası kesin.’’

“Kendine haksızlık etme. Sen de güzel çorba yaparsın.’’

Adam kaşlarını kaldırarak inanmaz gözlerle kadına baktı.

“Şimdilerde pek yapmıyorsun ama güzel de takılar yapardın eskiden.’’

“Evet,’’ dedi adam. Bakışları dalgınlaşmıştı.

“Çıkmaya başladığımız ilk yıllarda.’’

“Evet,’’ dedi adam dudaklarında bir tebessümle. “Hediye alamayacak kadar çulsuzdum çünkü.’’

“Öylesi daha anlamlı gelirdi bana. Özel hissettirirlerdi.’’

“Peki şimdi?’’

“Ne demek istiyorsun şimdi ile?’’

“Bal gibi de anladın. Şimdi nasıl hissettiriyorum.’’

“Ben yokken gizlice evde sigara içtiğin, bulaşıkları masada bıraktığın ve beni dinlemediğin halde hıhı dediğin zamanları saymazsak fena hissettirmiyorsun.’’

“Sigara içtiğimi nasıl anladığını anlayamıyorum. Benim bilmediğim bir gizli kamera veya duman dedektörü mü taktırdın çalışma odama.’’

“Bir izi daha büyük bir izle gizlemeye çalışıyorsun da ondan.’’

“O ne demek?’’

“Emin ol camları açtığında sigara kokusu kısmen de olsa gidiyor ama sıktığın o berbat kokulu oda parfümü…’’

“Bunu aklımda tutacağım,’’ dedi adam yüzünü ekşiterek.

Kadın tavanın altını söndürerek omletleri tabaklara koydu.

“Çatlamış bu,’’ dedi.

“Efendim?’’ dedi adam doldurduğu çayları masaya koyarken.

“Tabaklardan biri çatlamış da…’’ dedi kadın daha çok kendi kendine söyler gibi. 

“Ben göremiyorum.’’

“Omletini yersen görürsün, altında kaldı.’’

Karşılıklı oturup bir süre konuşmadan sadece kahvaltıya odaklandılar.

“Hala duruyor mu?’’ dedi adam.

“Ne?”

“O kolye ve bilekliklerden. Hani sana yaptığım.’’

Kadın cevap vermek yerine kazağının kolunu sıyırdı.

“Vaay!” dedi adam eğilip bakarak. “Bunu ben mi yapmıştım?’’

“Hatırlamaman normal,’’ dedi kadın. “Geçen yüzyıldı.’’

Bir kahkaha attıktan sonra, “Bu acıttı işte,’’ dedi adam ağzına bir lokma atarken. “Hem, o kadar da unutkan değilim.’’

“Madem öyle ilk hangi filme gittik?’’

“Babam ve oğlum?’’

“O ikincisiydi. İlki Dünyalar Savaşı’ydı. Sıkıntıdan patlamıştın.’’

“Evet ona da gittik ama o ikincisiydi, babam ve oğlum daha önceydi. Hem ya sen yanlış hatırlıyorsan ha?’’

“Vizyon tarihlerine bakalım. Kim haklıymış görelim.’’

“Tamam ama bir tane daha sor.’’

“Bu bileklik başka ne hatırlatıyor sana?’’ diye sordu kadın. “Sadece bir ip ucu vereceğim, Kurtuluş Parkı.’’

“Sana ilk hediyeni Kurtuluş Parkı’nda mı verdim? Bu kolye miydi yoksa?’’

“Hayır,’’ dedi kadın başını iki yana sallayarak.

‘’Hımm… Yok, başka bir şey gelmiyor aklıma. İlk orada öpüşmüştük, ama kolye…’’

Kadın ekmeğine tereyağı sürerken, “Bir ipucu daha o zaman, ama başka yok,’’ dedi.

‘’Hadi bakalım,’’ dedi adam ellerini ovuşturarak.

‘’Enfiye kutusu,’’ deyip beklentiyle adama baktı kadın. 

Adam kaşlarını çatarak çayından bir yudum aldı. Başını hayır anlamında salladı. Kadının hayal kırıklığı ve adamın gerginliği yüzlerinden okunuyordu. 

‘’Özür dilerim, gerçekten bir şey gelmiyor aklıma,’’ dedi adam isyan eder gibi. “Sen böyle yapınca, sanki bende demans başlangıcı varmış gibi hissediyorum.’’

“Belki de vardır.’’

“Ama yok,’’ dedi adam yerinden kalkarak. Masadan boşalmış çay bardaklarını alıp doldurmak üzere ocağın yanına götürdü. “Eğer öyle olsaydım da şu an bana kızıyor olman düpedüz haksızlık olurdu.’’

“Kızmıyorum,’’ diye yalan söyledi kadın. ‘’Ama bazı anlar unutulmaz, unutulmamalıdır.’’ dedi sitem ederek.

“Ya unutmadıysam ha? Ya böyle bir şey gerçekten de yaşanmadıysa.’’

“Ne demek istiyorsun sen bana.’’

Bardak altlarını kullanmadığı için çayları eli yanarak hızla masaya koydu adam. 

“Bir şey demek istemiyorum. Ama senin haklı olma ihtimalinden yola çıkıyoruz yine. Ya değilsen?’’

“Yani ben uyduruyorum öyle mi?’’ 

“Onu kast etmediğimi gayet iyi biliyorsun.’’ 

Bal sürdüğü ekmeği elinde kalmıştı adamın. 

“Ekmeğini ye.’’

“Yerim ama önce şunu söylemem lazım aklımdan gitmeden: galiba bazen aynı duyguları farklı fotoğraflarla arşivliyoruz.’’

“Güzel bir yerden girdin konuya,’’ dedi kadın ilgiyle. 

“Galiba öyle oldu. Bakalım devamını da aynı şekilde getirecek miyim?’’ dedi adam kendisiyle alay ederek. “İkimiz de okumayı seviyoruz değil mi? İkimiz de kitapları seviyoruz. Ama sen psikolojik romanları, ben de polisiye romanlar seviyorum. Senin aklında Esaretin Bedeli deyince Andy Dufresne’in kütüphane kurma çabası gelir, benim aklıma çatıdaki bira sahnesi gelir, ikimiz de seviyoruz o filmi.’’

‘’Peki yirmi yıl öncesinden hangi fotoğraf var kafanın içindeki albümde?’’  

Adam ağız dolusu bir kahkaha attı. “Benim için kavga etmiştin ya sen…’’ Ekmeği boğazına kaçtığından gerisini getiremedi. Kahkahası öksürüklerle karışırken kadın aceleyle yerinden kalkıp bir bardağa su doldurdu.

“İç şunu,’’ dedi endişeyle, bardağı adamın eline tutuştururken. “Daha iyi misin?’’

“İyiyim, iyiyim, gayet iyiyim.’’

“Korkuttun beni.’’

“Daha önce hiçbir kadın benim için kavga etmemişti,’’ dedi adam. Sesine kattığı nüktedan ton altta yatan hayranlığını gizlemiyordu. 

“Bir daha benim gibisini zor bulursun.’’

“Zor demeyelim de…’’ dedikten sonra kadının kaşlarının çatılmasını bekleyip ’’…imkansız diyelim biz ona,’’ dedi adam. “Bir çay daha?’’

“Yok almayayım.” Önce camdan dışarı, sonra da kolundaki saate baktı kadın. “Alışverişe çıkacağım, bir an önce işlerimi bitirip kalabalığa kalmadan dönmek istiyorum. Sen de gel istersen. Hem biraz hava almış olursun.’’

“Hiç canım çekmiyor. Hem çocukların sınav kağıtlarını okuyacağım daha.’’

Kadın, adamı kahvaltı masasında bırakarak yatak odasına gitti. 

“Bir isteğin var mı dışarıdan?’’ diye seslendi giyinirken.

“Yoo.’’

“Olursa ararsın.’’

“Ararım.’’

Oyalanmadan giyinip tekrar adamın yanına döndü.

“Bu ne hız,’’ dedi adam şaşkınlıkla.

“Telefonunun şarj aleti yatak odasındaki komodinin üstünde,’’ dedi kadın.

Adamın dudaklarına bir öpücük kondurdu. Portmantodan şemsiyesini kaptığı gibi bahçe kulübesine koştu. Adama yakalanmamak için olabildiğince acele ediyordu. Çiçekler için kullandığı minik çapası her zamanki yerindeydi. Sapından kavrayıp ebatlarını çantası ile kıyasladı. Harika diye geçirdi içinden. Çapayı çantaya attığı gibi garaja girdi. Otomobiline binip kontağı çevirdi. Kaloriferi ve camları tertemiz olmasına rağmen silecekleri çalıştırıp iki dakika bekledikten sonra yola çıktı.

Hem tatil günü hem de günün erken bir saati olması zaten kısa olan yolunu daha da kısaltıyordu. Boş kaldırımlar ve kapalı iş yerlerinin yanından geçerken ne yapıyorum ben diye düşündü. Yolcu koltuğuna koyduğu çantasına, içine zor bela sığan çapanın kumaşta yaptığı çıkıntıya şüpheyle baktı. Gerek var mıydı? Ani kararlar almak ve bunları uygulamak pek yapmadığı bir şeydi halbuki. İnsan yaş aldıkça huy mu değiştiriyordu böyle? Bir çiçekçinin yanından geçti. Bir çiçekçi. Fotosel gibi kafasında bir ışık yaktı onu görmek. Hemen sağa yanaşıp park etti. Saksı çiçeği satıyor muydu? Çok güzel. Peki hangi çeşitler vardı elinde? Şakayıkta karar kıldı. İşte şimdi rahatça hareket edebilecek, boş bir çerçeve gibi dikkat çekmeyecekti. Sonuçta kimse çiçek diken birine şüpheyle bakmazdı. 

Kurtuluş Parkının içerisindeki nikah salonunun otoparkı tahmin ettiği gibi boştu. Arabasını park edip elinde saksısı, kolunda çantası ile vakit kaybetmeden hedefine doğru yürümeye başladı. Bu parkın neredeyse her santimetrekaresini ezbere biliyordu kadın. Aradığı beton banka ulaşınca sağına dönüp karşısındaki meşe ağacını alacaklı gibi süzdü. İşe koyulma zamanıydı. Kafasını aşağıya eğip yere değil de uçsuz bucaksız göğe bakıyormuş gibi baktı toprağa ve çimlere. Kazacağı çukurun konum bilgisini aradı hafızasında. İki dakika sonra kendinden emin bir şekilde diz çöküp saksıyı yere bıraktı. Çapasını çıkartıp kazmaya başladı.

Serin havaya rağmen kan ter içinde kalmıştı. Kocaman bir taş daha fazla inat etmesini engellemese duracağı yoktu. Üstünün kirlenmesine aldırmadan olduğu yere oturup çapayı fırlatır gibi bıraktı. Kazdığı üçüncü çukurdu bu. Hayal kırıklığı ile bir mezar yerine bakar gibi baktı eserine. Gözü, toprağını eşeleyerek rahatsız ettiği solucanın hareketlerine kaydı. Solucan kıvrıla kıvrıla yeniden toprağın altında görünmez olana dek onu izledi. Neden kutuyu bulamamıştı? Mezar taşları yalan söyler miydi hiç? Sağanak bir soru yağmuruna yakalanmıştı. Ama korunmak için başını sokacak bir çatı aramıyordu. 

Adam haklı mıydı yoksa? Peki öyleyse kendisinin olmayan bu hatıra nereden gelip yerleşmişti belleğine? Bu anı onun bir parçasıydı, insanı var eden de biriktirdiği bu hatıralar, bilgiler ve tecrübeler değil miydi? Gerçekte yaşanıp yaşanmadığı onun önemini değiştirir miydi?  Aklına henüz bebekken evlat edindiği kızı geldi. Bu anıyı da mı evlat edinir gibi sahiplenmişti? Eğer öyleyse DNA testine gerek var mıydı? 

Ayağa kalkıp kendine çekidüzen verdi. Yürümeye başladı. Ankara kalesine çıkan yokuştaki tarihi hanları, antikacıları ve eski evleri oldum olası severdi, geçmişe yolculuk yapıyormuş gibi gelirdi kadına. Yarım saat sonra yokuşun Arnavut kaldırımlarını arşınlıyordu. Daha önce de yüzlerce kez gittiği ama sadece birkaç kez alışveriş yaptığı antikacıya uğradı.  Enfiye kutusu var mıydı ellerinde? İki tane vardı. Bu cevabı beklemiyordu kadın. Peki öyleyse onları görebilir miydi? Tabii hemen şu raftaydı. Biri yuvarlak diğeri dikdörtgen olunca karar vermesi çok kolay oldu; şüpheli hafızasındaki de dikdörtgendi. Ücretini öderken hediye paketi önerisini kibarca geri çevirdi. 

Bu sabahı hiç de böyle planlamamıştı kadın. Alışveriş yapıp bir yerde kahve içecek, belki de sinemaya gidecekti. Ama evden çıkarken yanına aldığı şemsiyesinin akıbetini paylaşmıştı planları. Durup başını kaldırdı; bulutlar kadrajın dışına doğru çıkıyordu. Ne yapıyorum ben diye sordu bilmem kaçıncı kez kendine. Cevabı yine bulamadı. Galiba içinden geleni yapmak böyle bir şeydi; düşünmeden, planlamadan, sadece kendine iyi geldiği için eyleme geçmekti… Madem öyle, başladığı işi bitirmeye odaklanmalıydı.

Parka dönüş yolculuğunda elindeki balonunun uçmasından korkan çocuklar gibi sımsıkı tutuyordu enfiye kutusunu. Masallardan farklı bir şekilde olsa da gerçek hayatta da gümüş kutuların uçabildiğini, elinden kayıp gidebildiğini öğrenmişti bu sabah. Yumruğunu daha da sıktı. Tekrar meşe ağacının dibine geldiğinde çiçeği hala orada onu bekliyordu. Önce onu gömdü. Ardından bilekliğini çıkarıp enfiye kutusuna koydu. Bir ölüyü gömer gibi saygı ile üstünü örttü. Üçüncü çukur boş kalmıştı, hani bana der gibi aç aç ona bakıyordu sanki. Ona verebilecek bir şeyi yoktu, öylece bırakmaya karar verdi. 

Tekrar evine dönmeden önce banka oturup soluklandı. Ağaçların yapraklarını ve dallarını ses telleriymiş gibi kullanan rüzgarı dinledi. Fısıltıyla başlayan sesi bağırışlara döndü ama kadın inatla oturmaya devam etti. Ta ki telefonu çalana dek; ekrana baktı, gülümsedi, arayan kızıydı.

Picture of Ozan Aydın

Ozan Aydın

Tüm Yazıları