
AYÇA
Züleyha Akın
Kendisiyle sosyal medyada karşılaşmıştık. O dönemde kadın cinayetleri çok yaygındı. Ayça her konuda olduğu gibi kadın sorunları konusunda da duyarlıydı. Uzun süre birbirimizin paylaşımlarını beğendik, yorumladık, özelden yazıştık.
Yaklaşan 1 Mayıs etkinlikleri nedeniyle bir hayli işim vardı. Eve geç saatlerde yorgun argın, yemek yiyecek gücüm kalmadığı için yemek yemeden, sadece başımı yastığa koyarak uyumak için gidiyordum.
30 Mart gecesi bana “yarın 1 Mayıs alanında buluşabilir miyiz?” diye ileti yazmıştı. İyi de sadece profil resmini gördüğüm bir kadını onca kalabalıkta nasıl tanıyacaktım?
Giysilerini tarif etmişti. “Kavuniçi spor keten pantolon ve beyaz gömleğim olacak. Başıma pantolonumun renginde geniş kenarlı bir fötr şapka takacağım. Sen beni mutlaka tanırsın. Sen tanımasan da ben seni tanırım.”
Her olasılığa karşın birbirimize cep telefon numaralarımızı da vermiştik. Birbirimizi bulamazsak telefonlaşacaktık ama telefon sesini birbirimize duyurabilirsek tabi…

Buluşmamız kolay oldu. Ben alana girer girmez tam karşı istikametten bana doğru gelen bu güleç yüzlü kadını fark etmem zor olmamıştı. Giysiler yüzündeki ifadeyle bütünleşmiş çok şirin bir görüntü almıştı. O anda fotoğraf makinemin deklanşörüne bastım. Yanıma gelmek için hızlı adımlarla yürürken ürkek bir tavır içinde olduğunu gözlemledim. İçimden “vardır, bir nedeni…” diye geçirdim.
Yanıma geldiğinde kollarını açarak sıcak bir ifadeyle beni kucaklamıştı. O an sanki 40 yıldır tanışıyormuşuz gibi bir duygu hissetmiştim.
Hani bazı dostlar vardır ya sizi iyi hissettiren türden… Ayça bana çok iyi gelmişti. Kendimi aynada izliyormuşum gibi bir duygu yoğunluğu oluşmuştu. Mutluydum.
Bana, “kocamla birlikte geldik. O, bu tür eylemlere katılmaz ama aslında bugün seninle tanışmak için geldi. Gelir gelmez sıkıldı. Ben sizi tanıştırdıktan sonra onu yolcu ederiz” diyerek kocasını gösterdi.
Genellikle mayıs ayları çok soğuk olur ama o gün inanılmaz sıcaktı. Ayça’nın eşi Suat Bey kızgın güneşten rahatsız olmuş, bir ağacın altında elindeki pet şişeden durmadan yudum su içerek serinlemeye çalışıyordu. Ben yaşamımda böylesine kasıntı, insanlara tepeden bakan erkekleri çok az görmüşümdür. Ayça daha önce benden bahsettiği için çok ilgisiz değildi ama tokalaşmak için elini bile lütfen uzatmıştı. Böyle durumlar gözümden hiç kaçmazdı ve anında not ederdim. Birbirimize hal hatır sorduk, izin isteyerek yanımızdan ayrıldı.
Biz tekrar alana döndük. Eylem bitince bir yere oturup bir şeyler içmeyi düşünüyordum ki; Ayça evde yemek hazırlığı yaptığını ve mutlaka beni evde ağırlamak istediğini söyledi. Çaresiz kabul ettim.
Eylem bitince alandan ayrılarak Metro’yla evine gittik. Suat Bey bizi anlamlandıramadığım bir ifadeyle karşıladı. Oturma odasında benim oturmamı bekledikten sonra, “izninizle ben pencere kenarında oturmayı ve caddeyi seyretmeyi severim” diyerek kendi özel koltuğuna geçti.
Salon son derece zevkli döşenmişti. Benim oturduğum koltuğun sol tarafındaki şöminenin üzerinde değişik ülkelerden alındığı belli olan biblolar vardı. Yerdeki Acem halısı ve pencerelerde ender rastlanan türden pahalı perdeler dikkatimi çekmişti. Çok fazla fotoğraf olmasına karşın Ayça’ya kocasının fotoğrafları yoktu. Düzenli evler beni rahatlatacağı yerde hep rahatsız etmiştir. Bu evde her şey yerli yerindeydi. Hatta Suat Bey bile. Canlı bir biblo gibi kimsenin oturmasına izin vermediği koltuğunda oturmaktaydı.
Ayça, mutfağa giderek çay koymuştu. Yardımcı olmak konusunda ısrar etmeme rağmen beni mutfağa sokmak istemedi. Suat Bey ben orada hiç yokmuşum gibi pencereden dışarıyı izliyordu. Bu evde bir tuhaflık vardı. İçimi yakan bir düşünce de Ayça’nın o evde iğreti durmasıydı. Sanki emanet gibi.
Çaylarımızı yudumlarken Suat Bey, o daha önce gözlemlediğim tuhaf tavrıyla “siz nerede tanıştınız? Birbirinizi ne zamandan beri tanıyorsunuz? Ayça’nın bu eve getirdiği tek arkadaşı sizsiniz” demişti. Davet ettiği değil, getirdiği sözcüğü dikkatimi çekti. Yüzünde insanı küçümseyen bakışlarını takındığı maskesini hiç çıkarmamıştı. İçten içe halimize gülüyor gibiydi.
Bu Ayça’nın ve Suat Bey’in ikinci evlilikleriydi. 12 yıllık evliydiler ve eşi “bizim evimiz” dediği konuta ilk kez bir kadın arkadaşını davet etmişti. Sanırım, bu durum evin reisi olan kocasının onayıyla gerçekleşmişti. Şanslıydım vesselam.
İlk bardağım bitmişti. Ayça çayı tazelemek istediyse de ben bir an önce bu ortamdan kaçmak niyetindeydim. O nedenle “içmeyeceğim” dedim. Ayça ısrarla ikinci çay servisini yaptı ve hafifçe tebessüm ederek göz kırptı.
Suat Beyin çay bardağı boşalınca Ayça ona “içer misin hayatım?” diye sordu. Suat Beyin dudaklarında, anormal bir soru sorulmuş gibi alaycı bir gülümseme belirdi.
“Hayatım…” Bu evde hayat var mı acaba diye düşündüm. İkinci bardağımı da içtim ama çay mı beni içti, ben mi çay içtim bilmem. Bu evden bir an önce gitmeliydim.
Beni yok sayan evin beyefendisinden değil arkadaşımdan izin istedim. O da rahatsız olduğumu anladı. Suat Beye uzaktan belli belirsiz bir selam verip kapıya yönelmiştim ki, Ayça’nın beni yalnız göndermeye niyetinin olmadığını anladım. Beraberce çıktık.
Yol boyunca yaşam öyküsünü kısaca özetledi. Bu ikinci evliliğiymiş. İlk evliliğinden olan oğlu 4 yıldır bu eve gelemiyormuş. Suat Bey oğlunu ve aynı zamanda Ayça’nın tüm arkadaş, dost çevresinin de gelmelerini yasaklamış. Çok üzgündü.

İlk eşini öğretmen okulu son sınıfında öğrenciyken tanımış. İsminin Ahmet olduğunu öğrendiğim genç üniversitede okuyormuş. O günün koşullarında boykotlarla bölünen eğitim sekteye uğruyor, polis üniversiteyi bastığında lider pozisyonundaki öğrencilere zulmediyormuş. Ahmet birkaç kez gözaltına alınmış, savcı onu farklı suçlamalarla tutuklamış ve mahkeme sonucunda 15 yıl hüküm yemiş.
Ayça savunma avukatına giderek nikâh işlemlerini başlatmasını rica etmiş. Avukat Ahmet’i yakından tanıdığı için bu evliliğe sıcak bakmamış. Evlilik kararından vazgeçirmek için çok uğraşmış ama Ayça geri adım atmamış. Hapishane koşullarında evlenmişler.
Aynı şehirde yaşamalarının avantajıyla her görüş gününde ziyaretine gidebiliyormuş. Ayça, okuldan mezun olursa İstanbul dışına tayininin çıkacağını düşünerek eğitimini sonlandırmayı, bir işe girmeyi böylece her görüş günü Metris cezaevine gidebileceğini düşünüyormuş.
Görüş günü bu düşüncesini açıklamış. Ama Ahmet, bunu kabul etmeyerek okulu bitirmesini hangi şehirde olursa olsun öğretmenliğe başlamasını istemiş.
Öyle de olmuş. Ayça okuldan mezun olunca tayini Bingöl’e çıkmış. Ne kadar üzülse de gitmek zorunda kalmış. Ahmet’le vedalaşarak görevine başlamak için yollara düşmüş.
Okulunu ve öğrencilerini çok sevmiş ama okul müdürü despot birisiymiş. Tüm eğitimcilere kan kusturuyormuş ama Ayça gelince işleri zorlaşmış. Ayça, müdürün çıkarttığı onca engellere rağmen her on beş günde bir gün İstanbul’a gitmiş. Ne kadar yorucu olsa bile Ahmet’i görünce tüm sıkıntıları sona eriyormuş. İdareye harçlık bırakıyor, temiz çamaşırları teslim ederken kirli çamaşırları alıyormuş. Bu ziyaretler tam 9 yıl sürmüş ve bir gün Ahmet özgürlüğüne kavuşmuş. Ayça görevinde kıdemli olduğu için İstanbul’a tayinini çıkartmayı başarmış.
Küçük bir ev tutmuşlar. Ahmet çalışmayı düşünmüyormuş. “Ben bu bozuk düzenin sağlam çarkı olamam. Çalışmak bana göre değil. İçeride yeterince zaman kaybettim. Artık sen çalışmaya devam edersin ben de evde dinlenirim” diyormuş. Ayça, konuyu sessizce geçiştirmiş. O anda avukatın söylediklerini anımsamış ama “belki değişmiştir” diye düşünerek kafasından silmiş.
Ayça bir gün ders anlatırken kendini kötü hissetmiş, birdenbire gözü kararmış ve yere düşmüş. Öğrenciler panik içine idareye haber vermişler. Gözlerini hastanede açan Ayça, hamile olduğunu öğrenmiş. Bir an önce toparlanıp bu güzel haberi kocasına vermek istiyormuş.
Sevinçle yoldan çevirdiği taksiyle eve gelmiş. Kapıya gelince kocasına sürpriz yapmak için zili çalmadan anahtarla girmiş eve. Yatak odasından gelen sesler, yerdeki siyah topuklu kadın ayakkabıları, yatak odasının kapısı önündeki gelişi güzel yere atılmış giysiler ve yatak odasında kocasıyla yabancı bir kadın… Ayça o gün evden ayrılarak bir arkadaşının yanına gitmiş. Hemen boşanma davası açmış. Bu kez aynı avukata vekâletname verince işler haliyle çabuklaşmış. Ahmet, baba olacağını duyunca bir hayli direnç gösterip boşanmak istememiş. Sonunda Ayça’nın kararlı duruşuna yenilmiş ve boşanmışlar.
Ayça evden sadece giysilerini alarak ayrılmış. Her şeyi Ahmet’e bırakmış. İşin tuhafı Ahmet kısa sürede iş bularak çalışmaya başlamış.
Ayça tek başına kalınca “ben nerede yanlış yaptım” diyerek kendisini sorgulamaya başlamışsa da bir hatasının olmadığına kanaat getirmiş. Geçen zamanı geri döndürmeye kimsenin gücü yetmezmiş zaten gereği de kalmamış. Sonra dünyalar tatlısı Onur Can doğmuş. Hastane odasında yalnızlığına ortak olmuş bebek…
Ahmet, boşandıktan sonra 4 kez daha evlenmiş. Onur Can’ın babasız büyümesine gönlü razı gelmiyor bahanesiyle Ayça’ya yeniden evlenme teklif etmiş. Bunu reddeten Ayça oğlunu alarak kendisini Balıkesir’e tayin ettirmiş.
İki kişilik aile burada birbirlerine destek olarak 18 yıl geçirmişler. Onur Can Liseyi bitirip İstanbul’da okul kazanınca Ahmet, evlilik konusunu bir kez daha gündeme getirmiş. Elbette Ayşa yine reddetmiş.
Ayça oğlunu üniversiteye kaydettirip, yurda yerleştirmiş. Oğlu 4 yıl sonra mezun olunca Ayşa, emeklilik işlemlerini başlatarak memleketi olan Mersin’e, baba ocağına gitmiş. Oğlunun bir işe girip kendi kanatlarıyla uçmasını çok istiyormuş.
Bir süre sonra baba ocağında rahatsızlık baş göstermiş. Erkek kardeşinin eşi Ayça’yı istemiyor, her fırsatta kavga çıkartıyor, babasının evine gidiyormuş. Yalvar yakar geri getiriliyorsa da bir süre sonra aynı davranışı yineliyormuş. Evde huzur kalmamış.
Bu arada Ayşa, emekli ikramiyesini, kendisini devrimci olarak tanıtan birisinin başkan olduğu kooperatif kurucularına kaptırmış. Maaşının tamamına yakınını oğluna gönderiyormuş. Ama yabancı bir şehirde üniversitede çocuk okutmaya emekli maaşı yetmiyormuş zaten. Çalışmak için de yer bulamamış, dersaneler öğretmenlere maaş vermekte zorlanıyorlarmış. Eleman çıkartmaya başlamışlar bir kısmı kapanmış.
O günlerde yakın bir komşusu Ankara’da bekâr bir mühendisin evlenmek istediğini söylemiş. Yağmurdan kaçarken doluya tutulacağını bilmeyen Ayça bu görücü usulü evlilik olayına karşı çıkmamış. Suat Beyin 83yaşındaki annesi ve 85 yaşındaki babası onca yolun eziyetine katlanarak Mersin’e gelerek Ayça’yı erkek kardeşinden istemişler.
Suat Beyle yıldırım nikâhı kıyıldıktan sonra Ankara’daki evine gelmişler. Suat beyin de ilk evliliğinden bir oğlu varmış. Bu evliliğe karşı çıkan çocuk eve gelmiş fakat Ayça’nın yüzüne bile bakmamış. Onur Can birkaç kez annesini ziyarete gelmiş fakat Suat Bey, “sen benim çocuğuma saygı göstermedin artık bu eve gelmiyor, senin oğlun da bu eve giremeyecek” diyerek son noktayı koymuş.
Bir hafta sonra Nazım Kültür merkezinde Caz müziği dinlemeye gittik. Sağ eli alçılıydı. “Metro’dan indiğimde MHP’li gençler bildiri dağıtıyorlardı. Ben de yanlarından geçmemek için ters yöne döndüm, birden dengemi kaybettim, el bileğimi kırdım” diye açıkladı. Ben yıllardır Metro’yu kullanırdım. Hiçbir zaman MHP’lilerin burada bildiri dağıttıklarına rastlamamıştım.
Canlı Müzik dinlemek ikimize de iyi gelmişti. Çıkışta Metro durağına yürüdük ve ters yönlere saparak ayrıldık.
Her hafta Perşembe günleri buluşmaya karar vermiştik. Daha doğrusu o istiyordu bunu. Ben de uydum.

Ertesi hafta Kadın Filmleri festivaline katıldık. Bu kez Ayça’nın sol gözünde bir morluk vardı. Nedenini ben sormadan kendisi açıkladı: “Sabah kalktığımda giysi dolabının kapısının açık olduğunu göremedim. Kapıya çarptım.”
Bir sonraki hafta şiir dinletisine gidecektik. O gün, bu etkinliğe katılmayı benden çok istediği halde gelemeyeceğini, evi temizlemek zorunda olduğunu söyledi. Oysa her hafta pazartesi günü ev temizliği yapıyor, buluşacağımız zaman evde eksik bir şey bırakmıyor, birkaç çeşit yemek pişirerek kendisi yemeden çıkıyor, kocasına telefon ederek yemek yemesini söylüyordu. Tuhaf bir durumdu.
Derken pandemi başladı. Artık görüşemiyorduk. Kalabalıklara giremiyor, evde kalıyorduk. Bir süre sonra Mülkiyeliler Birliği’nde buluştuk. Ayrılırken “artık birbirimize sarılmayalım” dediğimiz halde beni kucaklayarak öpmüştü. Gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım. Üzülmüştüm.
Bir akşam bana telefon etti. Kocasıyla yürüyüş yaparlarken bir araç onlara çarpmıştı. Ayça’nın bacağı kırılmış fakat Suat Bey sapasağlamdı. Çarpan araç son hızla kaçıp gittiği için plaka numarasını tespit edememişlerdi.
Bir ay boyunca yürüteçle, koltuk değnekleriyle evde kaldı. Arkadaşımı ziyaret etmem Suat Bey tarafından yasaklanmıştı. Ayça da dışarıya çıkamıyordu ve telefonla da haberleşemiyorduk. Kocası telefonu elinden almıştı.
Yine bir Eylül ayıydı. O gece müthiş canım sıkılıyordu. Ayça’dan haber alamamak beni iyice endişeye sevk etmişti. Gidip Suat Beyle görüşmeyi düşündüysem de anında vazgeçtim. Bana bir şey demezdi ama acısını karısından çıkarırdı. Benimle görüşmek istiyorsa Ayça mutlaka yolunu bulacaktı.
Nitekim bir akşam telefonum çaldı. Tanımadığım bir numara olmasınarağmen tereddüt etmeden açtım. Boğuk bir ses geldi. “Züleyha, ben Ayça… Şu anda Mersin’deyim. Kayınbiraderlerim (3 kişilermiş) geldiler ve ayağımda şort, üstümde incecik askılı bluzla beni kollarımdan sürükleyerek evden çıkarttılar, merdivenlerden yuvarlaya yuvarlaya aşağıya indirdiler, arabalarıyla AŞTİ’ye getirdiler. Otobüs biletimi alarak beni beş parasız sadece kimliğim ve sürücü belgemi vererek yolcu ettiler. Beni evimden kovdular” diye ağlıyordu.
İnanamamıştım. Bu nasıl olabilirdi? “Kocan ne yaptı? Bu canavarlara engel olmadı mı? Benim evimi bu şekilde basamazsınız, karımı böyle götüremezsiniz demedi mi?” diye saçma sapan sorular sormaya başladım.
“Hayır, hiçbir şey demedi. O, ailesine karşı çıkamaz. Boşanma davası açacakmış. Senden ricam eve gidip benim giysilerimi alsan, kargoyla göndersen. Ben buraya ev giysilerimle geldim. Yedek giysi alamadım. Bir kapıcı dairesinde kalıyorum. Eşyalı diye kiraladım ama eşyalar kırık dökük, çoğu kullanılamayacak durumdalar.”
İyice şaşırmıştım. Bir süre sonra da Ayça ‘karşı dava’ açtı. Yakında anlaşmalı boşanacaklardı. Aklıma yıllar önce Ahmet’le nikâh kıyıldığında savunma avukatı olan aynı zamanda nikâh tanıklığı da yapan avukat geldi. Onu arayarak ne yapmam gerektiğini sordum.
Avukat, beni iyice delirtti. “Züleyha Hocam, ben o arkadaşına ‘bu heriften koca olmaz, sakın evlenme!’ dediğim halde beni dinlemedi. Şimdi yeni kocası dava açmış. Dilekçede evdeki görevini aksattığını yazıyor. Ev temizlemiyor, yemek pişirmiyormuş. Bu böyle olmaz!” dedi. Duyduklarıma inanamayarak “bunlar boşanma nedeni olabilir mi? Bu nasıl mantıktır” diye kızgınlığımı belirttim.

Avukat, “tabi ki boşanma nedenidir. Kadının ev temizlememesi, kocasına yemek pişirmemesi suçtur. Zira bunlar evli bir kadının asli görevidir.” diye yanıtladı. Kendimi kötü bir rüya görüyormuş gibi hissettim. O akşam gerçekleri bir bir çözmeye başlamıştım. Ayça’nın elinin kırılması, gözünün morartısı, ayağının kırılması ve daha görmediklerim, bilmediklerim kimbilir neler vardı… Ayça şiddet görüyormuş ve benden gizliyormuş.
Boşanma davası Ankara’da görüldü. Kısa sürede boşandılar. Varlıklı kocasından ev, bark, nafaka, tazminat gibi hiçbir talepte bulunmadı. Alyansını bile geri gönderdi. Bir daha Ankara’ya gelmedi. Pandemi nedeniyle ben de kendisini görmeye gidemedim. Sonunda bir gün buluştuğumuzda kocasından şiddet gördüğü halde neden bana söylemediğini sordum. Ayça, “kocam demans hastalığına yakalanmıştı. Çoğu zaman kırıcıydı, şiddet uyguluyordu ama sonrasında hiç anımsamıyor, anlatınca defalarca özür dileyerek kendisini affettiriyordu. Bunları sana anlatamadım. Utandım, çok utandım. Benim gibi marjinal bir kadın şiddet gördüğünü nasıl itiraf etsin. Evliliğimizin son yıllarında bana kaba şiddet uyguluyordu fakat sabah hiçbir şey anımsamıyor, moraran yerlerimi, kırılan kemiğimi gösterdiğimde beni yalancılıkla suçluyordu. Ben kocamı bile inandıramazken seni nasıl inandıracaktım.”
Sustum. “Ben sana her koşulda inanırdım Ayça… Demek ki senin bana inancın yokmuş” diyebildim. Utanmak, neyin utancıydı bu…
Züleyha Akın – 10 Eylül 2025