
Birnur Akan
Bir kitabın çağrıştırdıkları
DEVRİM MUTFAĞI
“Ekim Devrimi” kullandığımız miladî takvime göre 7 Kasım 1917 tarihlidir. Çarlık Rusyası’nda kullanılan Gregoryen takvimde ise tarih 25 Ekim’dir. Bu yüzden “Ekim Devrimi” olarak tarihe geçmiştir ve öyle sürüp gidecektir.
Eylül başında “Devrim Mutfağı” yemek kitabının tanıtım ve imza etkinliğine katıldım. Bu bir yemek kitabı, ancak bildiğimiz yemek kitaplarından çok farklı. İnsanların, toplumların, tarihin ve kendilerinin kaderini değiştiren her bir devrimcinin; yaşamlarından, yazdıklarından bir kesit ile yeme- içme alışkanlıklarına yer veriyor. Sofralarında, mutfaklarında yer alan bir iki yemeğin tarifiyle noktalanıyor. Uzun zaman araştırılarak, basılı/dijital kaynak, referanslar taranarak yapılan kapsamlı bir çalışmanın sonucu kaleme alınmış. İki yazarın ortak çalışması; Dr. Bengi Başaran ve Umur Talu.

Umur Talu, katıldığım tanıtım toplantısında, kitabın kapağındaki Che ve hamburger görselinin epey tartışma yarattığını belirtti. Tasarımcı, Che’nin sosisli sandviç (hotdog) yerken çekilmiş fotoğrafından esinlenmiş olmalı. Gerçi bunun herhangi bir ekmek arası mı, hotdog mu olduğu da tam net değil ama; bence dikkat çekici , çarpıcı bir tasarım olmuş
“Devrim Mutfağı”nda kimini unuttuğum, kimini ilk kez okuduğum bazı bilgiler; anılar ve anekdotlarda ise şaşırtıcı hikayeler var ve keyifle okunuyor. Otuz yedi farklı bölüm var; Marx ile başlıyor, Atatürk ile bitiyor. Kimi bölümler Fransız 1789 ve 1848 Devrimi, Süfrajet gibi toplumsal hareketlere ayrılmış, kimi bölümde ikisi bir arada ele alınan siyasi liderler veya Zapata, Villa, Harrera gibi üçü bir arada toprak ve özgürlük savaşçıları var. Yani elliye yakın devrimcinin yaşamından kesitlerle bir dünya tarihi. Ben bir solukta okudum, yemek tariflerine sonra bakarım diyerek tüm hikayeleri bitirdim. Kiminin altını çizdim, kimine güldüm, kiminde hüzünlendim. Ancak en çok ve en çok, günümüz Türkiyesi ve Gazze dahil, yemek üzerinden var olan sömürü ve soykırım üzerine düşündüm. Bu kitapta yer alan bilgiler… yükselen bir ivmede son günlerde ülkemizde yaşananlar… Gazze’de katliam ve açlıkla süren soykırım… Ekim ayının devrim çağrışımıyla birleşti, bu deneme yazım oluştu.
Dünya tarihini değiştirenler dahil hepimiz insanız. Mutlaka ama mutlaka yemek zorundayız. Yaşamak ve yaşatmak için, çalışabilecek enerjiyi bulmak için, büyüyebilmek için, sağlıklı kalabilmek için yemek zorundayız. Üç öğün değilse bile açlıktan ölmemek için bir öğün. ’Bu zorunluluk çağlar boyu iktidarların ve hakim sınıfların dönem dönem sopasına dönüşmüş, yemek ve yiyeceğin paylaşımı konusunda eşitsizlik hep sürmüş; çalışan kesimi kendilerine karşı çıkamayacak kadar beslemişler, ya da açlıkla terbiye etmeye çalışmışlar. Bir çok isyanın, devrimin temelinde, bu yiyecek bulamayan alt sınıfların başkaldırısı yok mu? Bu yüzden çıkan sayısız savaş dünya tarihinde yer almıyor mu?
‘Kant’ın “insan nedir?” sorusuna Feuerbach’ın kısa yanıtı “insan yediğidir”. Feuerbach felsefesinin merkezine mideyi koymuştur. Yemek ve içmek beden ve ruhu bir arada tutar. ‘Yağ yoksa et ve kas yoktur. Yağ yoksa beyin ve akıl yoktur. Yağ ise sadece yiyecek halinde gelir. Yiyecek ve yemek varoluşun özüdür. Her şey yemeye ve içmeye bağlıdır.Yiyecek kan olur; kan ise kalp ve beyin. Derken düşünce ve ethos olur. Yiyecek, her şeyin başıdır. İnsanları geliştirmek istiyorsanız, iyi yemek verin; günaha dair safsatalar değil.’ (Kitaptan)
Şimdi bu tespitten hareketle, ülkemizdeki ekonomik krizi, hayat pahalılığını, halkın çoğunluğu için yeterli ve sağlıklı gıdaya ulaşmanın ne kadar zor olduğunu bir düşünelim. Bunu sadece beceriksizlik ya da tesadüfle mi açıklayacağız? Komplo teorilerine pek prim vermesem de, tarım ve hayvancılığımızın, gıda endüstrimizin adım adım gerilediği/ geriletildiği aklımı kurcalıyor? Birçok alanda olduğu gibi tarımda da, artık ne beş yıllık kalkınma planlarımız var, ne de bilimsel politikalarımız. 21. yüzyılın Türkiyesinde üretilen tarım ürünlerinin bir çoğu, ihraç edilen ülkelerin kapılarından dönüyor. Kabul edilemez oranda yüksek tarım ilacı içerdiğinden ve/veya gıdada önemli olan saklama koşullarının sağlanamaması nedeniyle oluşan aflatoksin ve benzeri zehirlerden dolayı. Dönen bu ürünlerin imha edildiği konusunda ise net bilgi yok. İç pazarda tüketildiği konusunda derin şüpheler sürüyor. Toplum sağlığını yakından ilgilendiren bu konuda, hesap sorulacak mercii de yok, şeffaf yönetim de… Ağırlıklı olarak üretici suçlanıyor.

Ülkemizde bilinçli ve donanımlı tarım ve hayvancılık üreticilerin bile zor duruma düştüğü/düşürüldüğü ekonomik koşullarda, sıradan üretici ne yapsın? Yıllardır İsrail’den ithal tek tip hibrit tohumlara mahkum edildi, atalık tohumlarımızın, doğal tarımın önü kesildi; kimyasal tarım ilaçlarından başka çözüm ne gübrede, ne böcek ilacında var. Ürettiği hep ucuza kapatıldığı için, daha çok ürün üretmek için de köylü ve çiftçi basmış bu kimyasalları toprağa… toprak verimsizleşmiş, sular eksilmiş… Anadolu’nun o bereketli topraklarının verimi gitmiş, kurumuş, çoraklaşmış. Üstüne üstlük ekonomik kriz. Her geçen gün fahiş artışlara gebe tohum, yem, gübre, ilaç, akaryakıt… Benim kuşağıma okullarda öğretilen yedi farklı bölgenin bereketi, dünyada üretiminde birinci olduğumuz ürünlerimiz yok artık. Tütünü çook önceden yabancı şirketlere kaptırdık; buğday, üzüm, fındık rekoltelerimizi başka ülkelere… şimdi çanlar zeytin için çalıyor. Zaten zeytinyağımızı dış pazarda değerlendiremeyip, zeytinimizin bir kısmını ucuza diğer Akdeniz ülkelerine kaptırıyorduk. Bu gidişle iç pazarda tükettiğimiz zeytinimizin saf yağını bulamazsak, karıştırılmış yağ, ithal yağ tüketmek zorunda kalırsak şaşırmayalım. Yıllardır mücadelesi verilen zeytin yasasında iktidar muradına erdi. Son düzenlemeyle zeytinlik alanlar da; madenlere, imara, GES ve RES’lere, yani ranta açıldı. Son günlerde üzerinde ürün olan, üreticinin emeği olan zeytinlerin söküldüğünü haberlerden, gazetelerden okuyor, dinliyoruz. Akbelen’de İkizköy’de olanları duyuyoruz. Okumakla kalmayıp yerelde, Ankara’da direniyoruz, direnmeye devam ediyoruz. 28 Eylül günü Muğla Menteşe’de ‘toprağımızı vermiyoruz’ mitingi muhalefet partilerin, meslek örgütlerinin, sendikaların ve halkın geniş katılımıyla gerçekleşti, tarihi bir miting olarak değerlendirildi. Bu zorlu direniş sürecek, sürmek zorunda. Ülke gündemi sürekli değiştirilmeye çalışılsa da yerelin gündemi değişmeyecek, halkın gündemi de…

Bu bereketi elimizden alınan, yeraltı ve yerüstü suları kurutulan ülkemiz; bir de, bu yıl ve ileriye yönelik ciddi bir kuraklık tehdidiyle de karşı karşıya. Biraz da ele alınmayan iklim krizi nedeniyle.. (Alınsa iklim anlaşmasını imzalamış olurduk en azından.) Göl sularımızın %90’ı buharlaşmış, 130 bin futbol sahası alana sahip göl sularımız, 13 bin futbol sahasına inmiş. Kimi tamamen kurumuş (240 gölden 186’sı) kimi küçülmüş. HES’lere peşkeş çekilerek verimsizleşen akarsularımız da kuraklığın tehdidi altında. Yeraltı sularımız da vahşi sulamayla, sondajlarla hızla azalıyor. Bu böyle devam ederse sağlıklı içecek suya ulaşmak ya çok pahalı olacak, ya da kimilerimiz için hayal. Evet, iç karartıcı, yürek yakıcı veriler. Ancak dillendirmek şart.

Benim yüreğimi en çok yakan ülkemizdeki çocuklar üzerine olan rakamlar. OECD’nin Ağustos 2024 raporuna göre ülkemizde 172 bin çocuk yatağa aç giriyor. Her 4 çocuktan biri okula aç gidiyor. 6,5 milyon çocuk derin yoksulluk içinde yaşıyor. TUİK’in Çocuk Araştırmaları (2025) raporunda ise rakamlar daha da iç karartıcı. Her 100 çocuktan 32’si yatağa aç giriyor. Toplamda 7 milyon 39 bin çocuk açlık çekiyor.
Bu rakamlardan iktidarın haberdar olmaması düşünülemez. Nedense muhalefetin önerge verdiği, örgütlerin mitingler düzenlediği, çocuklara okullarda en azından bir öğün yemek verilmesi talebini hep reddediyor. Çocuklarımıza, yani bu ülkenin geleceğine, bir öğün bile çok görülüyor! Bunu gerçekleştirebilecek bir ülke değilsek, iktidarın gösterişli kalkınma örneklerine kim inanır?
Evet, ürün tarlamızdan, yiyecek mutfağımızdan, gelecek çocuklarımızdan çalınıyor. Hayat pahalılığı ile yeterli ve sağlıklı yiyeceğe ulaşamamak halkın birinci gündemi. Mutfaklardaki bu yangın artarak sokağa yansıyor. Muhalefet partilerinin mitinglerine katılımın her geçen gün, her şehirde artması bunun bir göstergesi değil mi? Mutfaklardan yükselen bu hoşnutsuzluğun bir sonuca ulaşması ve bu gidişatın değişmesi en büyük dileğim.
