
Per Petterson ve Kitapları Üzerine (1)
“Günler olmasa nerede yaşardık”
Philip Larkin
İskandinav edebiyatından dilimize yaygınlaşan çevirilerle, Türk okuru ilgisini bir süredir kuzeye yöneltti. Geniş bir yelpazeye sahip olan Kuzey edebiyatı polisiye türü edebiyat ve dizilerde yükselen bir eğriye sahip. Açıkçası Per Petterson ile tanışmamı sağlayan “At Çalmaya Gidiyoruz” u tam da isminden dolayı polisiye zannederek almıştım. Yeni tanıştığım bir yazarın ilk kitabındaysam; yazarın diline alışmam otuz kırk sayfalık bir zaman alır çoğunlukla. Per Petterson da başlarda beni oflatacaktı çünkü zaman atlamaları, geçişler pattadak oluyordu. Zamanlardan birinde kahramanımız Trond altmış yedi yaşındaydı. Birkaç ay içinde önce ablasını sonra da kendisinin kurtulduğu trafik kazasında karısını kaybetmiş; kederli, öte yandan kendi kaybolmuşluğu ile ne yapacağını bilemez halde kalakalmıştı. Diğeriyse on beş yaşındaki ergen Trond idi. Bu iki geniş zamanda, akan olaylar dizgisinde ilkin savruldum. Pek de alışık olmadığımız hızda geçiyordu yazar zamanları. Şöyle ki; bazen bir günde veya aynı ırmak kenarında iki farklı zamana gidip geliyorduk. Mekân ortaktı. Hatta ilk başlarda altmış yedisindeki Trond’u, köpeği Lyra ile ayırt edebiliyordum. Ancak yazarın lirik betimlemeleriyle lezzetli hale gelen anlatımına bir süre sonra, nehre kendini kaptıran tomruklar gibi kaptıracaktım. Yeni bir yaranın, geçmişte uyutulmuş bir yarayı dürttüğü çok olurdu. Durum tam da buydu Trond için. Her şeyin, sevdiklerinin uzağına düşmüştü; tıpkı on beş yaşında, hayatının en mutlu ve değişik yazını geçirirken babasının uzağına düşmesi gibi. Ağzındaki bu kül tadı aynıydı ve kayıplarını hatta yabancılaştığı kendisini de yeniden kucaklayabilmek için gelmişti on beş yaşının yazını geçirdiği; şehirden uzak, sınırda, ormanın içindeki kulübeye. O yaz, babanın terki ile birden büyüdüğü,1948 yılına denk geliyordu. Baba, oğulu bırakıp gitmeden önce onunla zaman geçirerek; ateş yakma, yemek yapma, ot biçme, tomruk kesme, istifleme ve nehirden nakliye gibi daha çok erkek dünyasına ait işleri birlikte yapmaya öncelik verir. Biz de büyüme, baba- oğul ilişkisi, baba- oğul modelizasyonunun ayrılmazı; hayranlık ve de rekabeti izleriz. Trond aynı zamanda doğanın içinde ve ormanın bir parçası olmanın benzersiz tadını yaşar o yaz. Oradan yalnız olarak döndüğünde mesafeli ve mutsuz olan anneye bir şey anlatmayacak ama yeri doldurulamayan bir boşluk ile de pek çok mevsim geçirecektir. Bu arada kitabın isminin hiç de benim zannettiğim gibi polisiye olmadığını, ergen Trond bölümlerinde hemencecik anlarız. 1948, malum savaş sonrası yıllarıdır. Yıkıcı savaşa da kısa bir ışık tutar yazar. Zira kitabın ilginç ismi tam da buradan gelmektedir. Norveç’in Nazi işgaline uğraması üzerine örgütlenen direnişçilerin; Trond’un babasının da içlerinde olduğu ve kullandıkları paroladır; “At Çalmaya Gidiyoruz.” Bu detay, ismine bir kez daha vurulmam demek oluyordu.
O yazın, yaşamı boyunca özlemini çekeceğinden habersizdir Trond. Yazarın geçmişteki anılarla, aile ilişkileri / ilişkisizlikleri ve kayıplarıyla bir derdinin olduğunu diğer kitaplarda daha da net anlayacağız. Bu çığırtkan olmayan melankoli bizim de yakamızı hiç bırakmayacak. Babası, küçük Trond ısırgan otunu yolmaya çekinirken (Evet, evet bildiğimiz otlar bunlar elimizi yakan, ısıran otlar) elini uzatır, söker alır ve “Ne zaman acıtacağına sen kendin karar verirsin” der. Ancak bu acı onun ne elinden ne de ruhundan hiç geçmeyecektir. Kadim bir rekabetle beraber hayran olduğu baba, özgür ve maceracıdır. Hayatlarından aniden gitmesiyle Trond’un ruhunda kolay kapanamayacak bir delik açmıştır. Duygu bulaşıcıdır bilirsiniz. Trond’un kederi ve muhteşem betimlemeler beni yazarın diğer kitaplarına ve kuzeye sürüklüyordu.
“Yeni kesilmiş tomruk kokusu vardı. Yoldan ırmağa doğru yayılıyor, suyun üstünde her yana dağılıyor, beni uyuşturuyor, başımı döndürüyordu. Her şeyin tam ortasındaydım. Reçine kokuyordum, giysilerim kokuyordu, saçlarım kokuyordu, gece uyumak için yatağa girdiğimde tenim kokuyordu. Bu kokuyla uyuyor bu kokuyla uyanıyordum. Gün boyu bu kokuyu alıyordum. Ben orman olmuştum.” Bu cümle küçük bir mola istiyor.
Norveçlilerin “Açık Havada Yaşam Felsefesi” yani “Friluftsliv” kavramı kültürlerinin değişmez bir parçasıdır. Doğada olmak; balık tutma, mantar toplama, arıcılık, doğa yürüyüşlerine büyük önem verirler. Bizdeki ağaç kesme, yakma ve betonlaşmanın aksine onların rutin yaşamlarının olmazsa olmazıdır. Ah!

Evet, küçük Trond burada büyürken biz yazara dönelim mi biraz? Bu kitapla peşine düştüğüm Per Petterson 1952, Oslo doğumludur. Kütüphanecilik eğitimi almış, bir süre kitapçılık, çevirmenlik ve edebiyat eleştirmenliği yapmıştır. Yazar, önceki eserleri ile kendi ülkesinin sevgisini kazanmıştı ama “At Çalmaya Gidiyoruz” ile uluslararası bir sıçrama yapmış, ödüller almıştır. İlaveten kitapları otuzdan fazla dile çevrilmiş ve sevilen yazarlar arasına girmiştir. Ülkemizde de benim gibi yazarın peşine düşen Metis Yayınları, iki kitabı dışında, peş peşe tüm kitaplarını raflarımıza kazandırdı. Daha da ilginç olanı söyleyeyim mi? Bizim erkek okurlarımız arasında yoğun ilgi görüyor. (İstatistiklere baktım) Karşılığı olan bir sevgi bu, belirteyim. Per Petterson da “artık yaşlandım pek gezilere gitmiyorum ama İstanbul olursa gelirim” demiş ve ülkemize gelmiştir. Başka şeyler de var; şaşırıp, sevineceğiniz ama daha ileride, üçlemenin son kitabı “Ardından”da size büyük mutlulukla vereceğim. Sabredelim, değecek bence. Söyleyeceklerim çok ama Trond mavi saatlerde, ormanın içindeki kulübede, camın arkasında bizi bekliyor. Yalnız bırakmayalım, şiir gibi olan betimlemesiyle buluşalım hadi!
“Kasım başları saat dokuz. Saka kuşları cama çarpıyor. Kimi zaman yalpalaya yalpalaya uzaklaşıyor, kimi zaman yere düşüyor ve yeniden kanatlarını açıp uçmaya başlamadan önce yeni yağmış karların üstünde çırpınıyorlar. Benden ne istediklerini bilmiyorum pencereden ormana bakıyorum göl kıyısındaki ağaçların üzerinde kızıl bir ışık var. Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgârın şeklini suyun üzerinde görüyorum.”
Trond’un altmış yedi yaşındayız. Birkaç ay içinde çok sevdiği ablasını, ardından kendisinin zor kurtulduğu bir trafik kazasında eşini kaybetmişti hatırlarsanız. Akabinde Trond sessizliğe gömülür, kimseyle konuşmak istemez, kızına hatta kendine bile yabancılaşır. O anda ormanı ne kadar çok özlemiş olduğunu, ormana gitmezse öleceğini düşünür. Kasım sabahı yarım bıraktığı hikâyesini tamamlamak için geri döner. Dönmekle kalmaz, hafıza kuyusunun üstündeki taşı kımıldatır hatta aralık bırakır. Şimdiki ve geçmişindeki kayıplarla baş etmek, anlamak için ormanın vereceği güce ihtiyacı vardır; kırıklarını onaracak hiç değilse canının yanmaması için bandaj görevi görecek, sığınak olacaktır. Günübirlik yaşar. Buzdolabındaki yiyeceği, gölden tuttuğu balıkları, musluktan akan suyu ve her yere yürüyecek sağlığı vardır. Oturur ve ırmağın ağzındaki yaşamı seyreder. İşte bu sadelik ve plansız yaşam birdenbire çarptı bana. İnsan yaş aldıkça sadeliğe teslim oluyor hatta bazen evdeki eşyaları atma isteğine kapılıyor, şehrin hengamesinden kurtulup, dağlara kaçma ihtiyacı hissediyor ya, öyle! Hakikaten günübirlik yaşasak ne olurdu ki? Tıkış tıkış yaşamlar yorucuydu, çok yorucu… Bu sakinlikte daha çok düşünmeye zamanı olur. Petterson’un kahramanları kendisi gibi iyi okurdur. Yazarlarla konuşması, odaya kapanıp, onların fısıltılarına kulak kesilmesi çok bildik geliyor, Dickens’a kafa tutması hoşuma gidiyor. “Dickens okurken artık yitirilmiş bir dünyayla ilgili uzun bir şarkı okuyor gibisinizdir, bu dünyada her şey en sonunda bir dengeye ulaşır, tanrıların gülümseyebilmesi için başlangıçta bozulan dengenin yeniden kurulması şarttır. Benim dünyam böyle değil” der, Dickens’a karşı. “Yazgının yaşamlarımızı yönettiğini söyleyen insanlara tahammül edemem. Sızlanırlar, ellerini ovuştururlar, şefkat beklerler. Bence yaşamlarımızı kendimiz yaratıyoruz.” Kesinlikle Trond kesinlikle Bay Petterson. Bir süredir sızlanan, şikâyetlenen, sürekli eleştiren insanlara eskisi kadar anlayış gösteremediğimi fark ettim. Belki de yaşam biçimi oldu bu hal onlar için diyor, üstünde durmuyor, kafamı meşgul etmelerine izin vermemeye çalışıyorum, şikâyetçi olma hali içimi kurutuyor, zira çözümcül olmaya, yaratıcı olmaya ihtiyaç var… Trond’un bakışları geçmişe, kaybedilmiş zamanlara çevrilmiştir, odağının kaymasını istemediği için telefon dahi almaz yanına. Ne de olsa çocukluk ana yurdudur insanın ve her tökezlemede, şefkatli ana kucağına koşar insan. Başkalarıyla çok iletişime girmek istemez, başkalarından uzaklaştıkça kendine yaklaşır çünkü. Öyle ya, başkalarına karşı aşırı merak, kendinden kaçmak içindir aslında.
Ama bunun sınırını iyi ayarlamak zorundadır, meraka düşen insanların daha çok radarına takılacağını da bilir. Trond, bunu bilecek kadar zekidir.
“İnsanlar onlara bir şeyler anlatmanızdan hoşlanıyorlar, mütevazı ve güven veren bir ses tonuyla yeterince şey anlatırsanız sizi tanıdıklarını sanıyorlar, ama aslında tanımıyorlar, sizin hakkınızda bir şeyler öğreniyorlar sadece, çünkü öğrendikleri şeyler olgular, duygular değil.”
İhtiyaçları için indiği kasabada, kasabalılara kontrollü ve yüzeysel olarak kendisini anlatır; bilinmesini istediği kadar ama oldukça nazik ve gülümseyerek. Öte yandan yalnızlığın da bazı tuzakları vardır diyor. İnanılmazsın sevgili Trond, seninle aynı sularda sürüklenmişliğimin olmasına şaşırıyorum.
“Acaba uzun bir süre yalnız yaşayınca bir düşüncenin ortasında birden konuşmaya mı başlıyoruz, konuşmakla konuşmamak arasındaki ayrım siliniyor mu, içimizde kendimizle sürdürdüğümüz hiç bitmeyen sohbet hâlâ görüşmeyi sürdürdüğümüz insanlarla yaptığımız konuşmaların içine mi sızıyor? Birini ötekinden ayıran sınır bulanıklaşıyor mu?”
Ah ki ben seni ne kadar da çok anlıyorum. Aynı dili konuşmasak, aynı yerde yaşamasak da duygularımızın ortak olması çok keyifli. “At Çalmaya Gidiyoruz” filme de uyarlanmış. Berlin Film Festivalinde ödülü bile var meraklısına! Trond’u istemesem de burada bırakacağım. Yazarın dili, farklı anlatımı, diğer kitapları ve kendisi hakkında da çok şey anlatacağım çünkü.
Elime hevesle aldığım ikinci kitap bir üçlemeydi. Kitapların ismi bile tek başına ilginizi çekmeye müsaitti. Hatta biraz da kışkırtıcı ve okurundan şefkat isteyen isimlerdi, bakınız: “Lanet Olsun Zaman Nehrine”, “Benim Durumumdaki Erkekler” ve “Ardından” “Kırılgan ayrılış imgeleri, o zamanki hali köyün. Lanet olsun zaman nehrine; otuz iki yıl geçmiş bile”
Üçlemenin ilk kitabı, Mao’nun yukarıdaki dizelerinden geliyor. “Lanet Olsun Zaman Nehrine” ile arka kapağında da özetlendiği üzere; hayatta aradığını bulamamış veya kaybetmiş, dünya üzerindeki yerini sağlamlaştıramamış, hep tereddüt eden, bocalayan yeni kahramanımız Arvid Jansen’in hikâyesine çekileceğiz. Çekilmekle de kalmayacağız, yazarın kendisinden de kuşku duyacağız, sık sık.
Devam edecek…
Hülya Duman