FEMTRAK – Dünya Dişidir, Dişi Dişlidir.

EYLÜL’DÜ KİMSESİZLİĞİMİZİN ADI

EYLÜL’DÜ KİMSESİZLİĞİMİZİN ADI

EYLÜL’DÜ KİMSESİZLİĞİMİZİN ADI

Züleyha Akın

Bir sabah uykumuzdan uyandığımızda karşı fırından ekmek almaya izin vermeyen askerlerle karşılaşmıştık. Sokağa çıkmamız yasaklanmıştı. O gün 12 Eylül 1980’di. Eylül ayının soğuğu muydu yoksa yaşananların bizde bıraktığı o etki miydi bilinmez ancak bildiğimiz gerçeklik bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıydı.

O sabah karar vermem gerekiyordu. “Bir şey yapmalı” söylemi kafamda dörtnala dolanıp duruyordu.

Gitmek! İyi de nereye gidecektim? Üç yaşına basmış bir çocukla nereye sığabilirdim?

Oğlumun babaannesi başka bir şehirde yaşıyordu. Kendi çocuklarından yeterince ilgi göremeyince iyiden iyiye depresyona girmiş, yaşamla olan bağını yavaş yavaş kopartmaya başlamıştı. Torununu görmesinin kendisine iyi geleceğini düşünerek bir süre orada kalmaya karar vermiştim.

Annem çocukla birlikte yola çıkmamın doğru olmayacağını, Özgür’ü kendisine bırakıp gitmem konusunda ısrarlıydı. Bu kabul edemeyeceğim bir durumdu. Ben nereye gidersem gideyim, küçük oğlumu da yanımda götürecektim. Uzun uğraşılar sonucunda onu ikna etmiştim. 

Evde valizimize giysilerimizi yerleştirip Ankara Garına gittik. Otobüs bileti bulmamız çok zor olmamıştı ama ilk kez kimlik bilgileri istenmiş ve önlerindeki isim listesine bakılıyor olması canımı sıkmıştı.

Gece başlayan yolculuğumuz sabahın erken saatlerinde sonuçlanmış, otobüsten indiğimizde hiç de alışık olmadığımız nemle yüzleşmiştik. Özgür, diline yapışan tuz tadından kurtulmak için habire su içmek istiyordu. Akdeniz iklimine alışkın olmayan anne ve oğul olarak bir süre etrafımızı kolaçan ettikten sonra yoldan geçen bir taksiyi çevirmiş adrese ulaşmıştık.

Çevresi taş duvarla örülü, artık eskimeye yüz tutmuş, boyaları dökülmek üzere olan ahşap kapının sürgüsünü açarak taş avluya girdik. Kocaman saksıların içinde neredeyse bir insan boyunda begoviller bizi karşıladı. Dallarındaki rengârenk çiçeklerden yaprakları görünmüyordu. Kadıncağız o yaşlı haliyle bu çiçeklere çocuklarına bakar gibi bakmıştı. 

“Emek, en yüce değerdir” demiştim içimden… Oğlum şaşkınlıkla etrafına bakıyordu. “Anne burada ne güzel oynanır değil mi?” dedi.

Kafam doluydu. Bu kente geliş nedenim sadece bir hastayı ziyaret etmek değil, yaşadığım kentten bir süre de olsa uzaklaşmaktı. Sıkıntılı bir dönem geçirmekteydim. Tahmin edilse bile beni aramayacakları yerlerden birisi de burasıydı. Bir süre nefes alabilecektim.

Küçük sahil kasabalarının dokusunu bilirsiniz. Herkes herkesi tanır. Hatta kimin tenceresinde hangi yemeğin piştiği bile bilinir. Tutucu yanları yok değildi ancak geçmiş dönemde Rum komşularından her yönüyle etkilendiklerinden dolayı duruşları da bir farklıydı.

Kayınvalidemin oturduğu bu ev iki katlıydı. Alt katı pek kullanmazdı. Üst kata çıkan merdivenler evin dış cephesindeydi ve bitiminde geniş bir balkona ulaşılıyordu. Verandanın olduğu bölgede kibrit kutusu gibi birbirlerinden bağımsız yan yana dizilmiş odalar vardı.

Bizim sesimizi duyan kayınvalide pencereden başını uzatıp bizi göründe hızla yerinden doğrularak pata küte merdivenlerden inmeye başladı. O anda bir şey dikkatimi çekti. Önce beni kucakladı ve sonra torununu kucaklayarak öptü. Bölge insanının inceliği işte, “Anası olmasaydı, torunum da olmayacaktı.” diye yorumladı herhalde.

Bizim eve girişimizden kısa bir süre sonra, evin salonu neredeyse hıncahınç doldu. Teyzeler, halalar, yeğenler, kuzenler, komşular…

O sabah yol yorgunuyum diye beni mutfağa sokmadılar. Konukların en genci olan bir akrabaları bize hemen çay servisi yaptı. Ortalığa tadı hâlâ damağımda olan kurabiyelerin mis gibi kokusu yayıldı. Oğlum kucaktan kucağa gezinip dururken eline kocaman bir tabak tutturup yanına Paşa Çayını koymayı da unutmamışlardı.

Herkes çok mutluydu. Başkentte neler olduğunu merak ediyor, sorular soruyorlardı. Anladığım kadarıyla sıkıyönetim buraları henüz çok etkilememişti. “Filancanın üniversitede okuyan oğlunu tutuklamışlar, çok işkence etmişler, felç olmuş” gibi duyumlar almışlardı. Birkaç “ahhhh, vahhhh”tan sonra yine başka konulara atlıyorlardı.

Dikkatimi çay servisini yapan genç kadın çekti. Çayımı alırken okşar gibi hafifçe eline dokunup teşekkür etmiştim. Gözlerinde bir hüzün vardı.

Ne derler bilirsiniz. “Yarası yarasına denk geleni iyi tanır.” 

O gün karar vermiştim. Bu genç kadını tek yakalayıp konuşmalıydım. O gün “kapı gibi” tanımlaması yapılabilecek teyzeler ve halalar geç vakitlere kadar oturdular. Yemekler yendi, tekrar tekrar çay içildi. 

İlerleyen saate aldırmadan sohbet eden konuklarına kayınvalidem nazik bir şekilde bizim yorgun ve uykusuz olduğumuzu ima edince misafirler sırayla kalkıp gittiler.

Uyuyacağımız odada beyaz dantel perdeler asılmış, yere Yörük halıları serilmişti. Duvardaki ceylan resimli ince acem halısı dikkat çekiciydi. Son durulama suyuna çivit atıldığı belli olan beyaz çarşaf ve nevresim, yorganı kaldırdığımda içime çektiğim fesleğen kokusu… Her şey çok güzeldi. 

O gece rahat bir uyku çektik. Sabaha karşı alt kat mutfağından gelen ekmek kokusu bir başka güzellikteydi. Oğlumu uyandırdım, hazırlandık ve aşağıya indik. 

Kayınvalidem eski çevikliğine kavuşmuş gibiydi. Her işe kendisi koşmak istiyordu. Kimbilir sabahın kaçında kalkmış ve hamur mayalamıştı. 

Bu esnada bahçe kapısı gıcırtılı bir ahşap sesiyle açıldı ve dün gece yarısına kadar bize hizmet eden Feride göründü. Bizi kahvaltıya davet etmek için gelmişti. Kayınvalidem daveti geri çevirmek için bir hayli direndi ise de orta yol bulundu. Sonunda elimizdeki yiyecekleri de alarak gittik onlara.

Feride’nin evi kalabalıktı. Dün akşamki kadro tam tekmil orada konuşlanmıştı. Oğlumla ben ilk kez böyle bir kalabalık ortama girmenin paniğini yaşıyorsak bile birbirimize belli etmiyorduk. Galiba oğlum durumun hassasiyetini az çok kavramıştı. Ne sorarlarsa sorsunlar durumu sessizce geçiştiriyordu. Hele özel konulara tamamen kapalıydı.

Yöre insanının “şimdi” demek yerine “hindi” sözcüğünü kullanması, Özgür’ün kulağıma eğilerek “anne biz şimdi burada Hindi mi yiyeceğiz?” demesi günün konusu olmuştu.

Çocuğun bir tespiti daha vardı. O yıllarda TV’de “Köle İsahura” dizisi oynuyordu. Gecenin geç saatlerinde yayına konduğu için Özgür, akşam önce uyuyor sonra o saatlerde uyanarak diziyi izliyordu. Dizinin başkahramanının ismini telafuz edemediği için “Köle İzafuya” demekteydi. Bu arada “r” harfini uzun süre söyleyemediğini de eklemeliyim.

Özgür, ev sahibinin koşuşturmasını görünce bu kez de bana dönerek “anne bu köle İzafuya mı?” diye sormuştu. Bunu duyanlar gülmekten kendilerini alamazken bizim Feride anlamsız anlamsız etrafına bakıyordu. Acının fotoğrafını o an ikinci kez Feride’nin yüzünde görmüştüm.

Ev sahibi köleden daha berbat durumdaydı. İsahura’nın gün içinde hiç değilse piyano çalmak gibi bir şansı vardı. Ama Feride’nin böyle bir şansı bile yoktu. 

Kadınlar heyecanla gıybet faslına geçtiklerinde ben bir boşluk yakalayıp Feride’nin yanına mutfağa gittim. Kadıncağız hem ağlıyor hem de yıkadığı tabakları beyaz temiz bir bezle kurulayıp rafa diziyordu. Mutfakta her şey beyazdı. 

Üst kattan bir inilti geldi. Şaşırdım, Feride panikledi. Bana bir şey söylemek ister gibiydi ama nedense tereddüt içinde olduğunu sezinlemiştim.

“Kocam… Üç ay önce işyerine gelerek almışlardı. Günlerce yolunu bekledik. Bir sabah daha gün doğmadan kapının eşiğine külçe gibi atıp gittiler. Giysileri parçalanmıştı. Üstü başı toz toprak içindeydi. Asker pantolonuna benzer bir pantolon giydirmişler, belini de bir bez parçasıyla bağlamışlardı. İnsan 3 ay içinde o kadar zayıflar mı? Kimseyle görüşmek istemiyor. Kapalı mekânda duramıyor fakat ellerinde ve ayaklarında uyuşma olduğu için ayağa kalkarak yürüyemiyor. Yukarıda çatı odasında yatacak yer yaptım.”

Feride’nin yarası yarama denk gelmişti. Genç kadının yükü çok ağırdı. 

Daha da konuşacaktık ama konuşmamızı yanımıza gelen sabırsız ve hoşgörüsüz iki genç böldü. Ailenin İstanbul Galatasaray Lisesi’nde okuyan iki oğlu vardı. Birol ve Varol. Okulları açılıncaya kadar burada kalacaklardı. Gençler sanki bu ülkede yaşamıyorlarmış gibi olaylardan habersiz bohem yaşamı sürdürüyorlardı. Okuldaki pozisyonları tartışılmaz iyiydi. Eve geldiklerinde şehzadeler gibi karşılanıyorlar, hizmet görüyorlardı. 

Feride uzakta yaşayan çocuklarını hem merak ediyor hem de çok özlüyordu. Biz mutfakta konuşurken bisikletleriyle bahçeye girdiler. Bisikletleri, üstleri başları çamur içindeydi. Anneleri bizi tanıştırdı ama yüzüme bile bakmadılar. Beni şöyle tepeden bir süzüp. “anne ne pişirdin?” diye sordular. Taze fasulye yanıtını duyunca da, koro halinde “yine miiii…” diye yüzlerini buruşturdular. 

İki genç mutfaktan çıkınca anneleri arkalarından, “Çocuklar ayaklarınızı yıkamadan içeriye girmeseniz olur mu?” deyince gençler geri dönerek yanımıza gelip, “Anneeeee sen yıkasan ayaklarımızı…” diye duygu sömürüsü yapmaya başladılar. Feride, “benim misafirlerim çok. Kendiniz yıkayın!” diyerek konuyu kapattı.

Biz konu kapandı sanmıştık ama gençler bu kez, “ama anne sen babamın ayaklarını yıkıyorsun. Bizim de ayaklarımızı yıkayabilirsin” diye üstelediler.

İkimiz de donup kaldık. Bu gençler ne demek istemişlerdi. İyi bir gelecekleri olsun diye küçük bir maaşla İstanbul gibi yerde çocuklarını okutmaya çabalıyan bu insanlar bu hayal kırıklığını hak etmemişti. 

İşin kötüsü bu konuşmayı babası duymuştu. Şimdi o da, “Ben ne yaptım bunca fedakârlıklarla iyi bir eğitim alsınlar istedim. Ben nerede yanlış yaptım?” diye kaygılanacaktı.

Gerçekten bir yanlış vardı. Keşke bu yaşananlar bu kadarla sınırlı kalabilseydi, ona bile razı olacaktık. Acılarımızı içimize gömmekten başka seçeneğimiz yoktu. Yıllar sonra 12 Eylül Darbesi’nin genç kuşakları nasıl derinden etkilediğini, amacına ulaştığını görmek beni çok daha fazla üzecekti. 

Ne geçmiş, ne gelecek… Her yılın Eylül’ü bizi silindir gibi ezdi ve geçti.

Züleyha Akın 

Picture of Züleyha Akın

Züleyha Akın

Tüm Yazıları