
Tren Sesleriyle Tutuşan Eski Bir Şehir / Hülya Duman
“nedir tren düdüklerinin çığlık çığlığa sorduğu
bir şehri terk ederken susmak bu kadar güç müdür
kadere dönüştüren nedir sıradan bir yolculuğu”
Atilla İlhan
Baştan belirteyim de sonra kızmayın bana. Bu bir gezi yazısı değil, duygu ve düşüncelerimin aktarımıdır sadece…
Hep istediğim, yakın, nasılsa giderim diyerek ertelediğim yer; Eskişehir. Gittim… Anlatmadan geçmeyeyim öncesini de. Şöyle iteleyici bir süreç yaşandı.
Elimde Kemal Varol’un pek çok yazar ile derlediği “Memleket Garları” vardı. İlginç kitap, okumayanınız varsa okusun derim.
Memleketin demiryolu hattı, kuruluşu, eskinin en gözde ve şaşalı mekânları olan garları hakkında malumat ve ilgili fotoğraf içeriğiyle heyecan vericiydi. Kimisi silik, çoğu solgun çocukluk anılarım canlandı. Hayret! Biz nasıl hızlı ve ne olağanüstü olaylar yaşıyorsak, bazı güzel anılarımız yüzeye çıkmaya fırsat bulamıyor. Kitabın, pek çok sevdiğim yazarının anlattığı karelerle kesik kesik aklıma üşüşenler: Yedi veya sekiz yaşlarımdayım, içinde küçük tren istasyonu olan bir ilçedeyiz, şekerpancarı taşıyan vagonlar ve onların burnuma gelen kokusu… Babamla yaptığımız tren yolculuğu…
Hafızalarımız güçsüzdür ilerleyen zaman karşısında, güven olmaz ama koku, ses, tat gibi duyularımız iyi saklayıcıdırlar değil mi?

Memleket Garları’nda Eskişehir bölümünü Haydar Ergülen anlatmıştı, bu detayı da vermem gerek. İncelikli şairim Eskişehirli zira.
Kitap bitti, demiryolu ve istasyon görüntüleri üzerime sindi sanki… Derhal karar verdim, aldım bileti. Mavi tren, yataklı vagon ve Eskişehir… Aman tanrım ne heyecan!
İzmir Alsancak Gar’ı ne güzelmiş meğer! İnsan bazen körleşiyor etrafına. Harika sarmaşıkların gölgesinde eski bir çay bahçesi var. Çok eski zamanlardan kalmış gibi insana rahatlık veren bir yer… İçim gidiyor, beynimde bir köşeye kerte koyuyorum bir gün buraya geleceğim, sırtımı güneşe verip, gelen geçen tren yolcularına ve hikâyelerine dalıp, çay içeceğim. Yapacağım bunu, yapacağım.
Bu yolculuğun gündüz olmasını çok istedim ama mesai çıkışı gidip binmek zorundayız, olsun. Gece yolculuğu yapacağız. Yol arkadaşımın ilk tren yolculuğu onun da içi pır pır…
2017 yılında izlediğim, trende geçen bir filme ve görüntülere sürükleniyor belleğim. Etkisi yüksek, unutamadığım filmlerden. Senaristliğini Barış Bıçakçı ile ortak yapsa da yönetmenliğini kendisinin üstlendiği, sağlam oyunculara sahip, görselliği muhteşem bir Pelin Esmer filmi. Trende geçen çok film sayılabilir kuşkusuz ama aklıma ilk gelen bu oldu. Nasıl güzeldi, o zaman da özenmiştim.
Bizim filmimizse yeni başlıyor. Tren, rayların üzerinde yürümeye durduğunda güneş daha yeni söndürüyordu ışıklarını. O camın ardındaki görüntü ve çuf çuf çuf sesleriyle Alice Harikalar Diyarında’ydık sanki. Alice gibi biz de zamanın içine, eskilere yuvarlanmıştık. Hele ki o aralarda durulan istasyonlar… Gerçekte bunlar yaşamın içinde varlar mıydı sahi? Yoksa biz geceyle beraber düş mü görmeye başlamıştık.
Yol boyunca okuma için elime özellikle Sıddık Akbayır portrelerinden Haydar Ergülen’i almıştım. Böyle ikisi bir arada olunca unutmam, belleğime çakılır kalır dedim. Okudukça içimi değişik bir his kapladı, hülyalandım… Sanki beni Eskişehir Garı’nda Haydar Ergülen karşılayacaktı…

Gördüğümüz her rüyanın, günün ilk ışıklarıyla sona erdiği gibi bitiyor yolculuğumuz. Ve işte sabahın yedisinde buradayız. İnsanların sokakları istila etmediği, şehrin kendine ait sesiyle, kokusuyla geleni karşıladığı ender, güzel saatler bunlar… Gara yakın olan kafelere bakıyoruz kahvaltı için. Sonradan sohbeti derinleştirip, tanış olacağımız Eskişehirli bir ailenin işlettiği mekânı seçiyoruz. İzmirli olarak çay, gevrek desek de özellikle sabahları çıkan, öğlene kadar da biten sıcacık cevizli, haşhaşlı ekmeği getiriyorlar. Övdükleri kadar leziz olan ekmek nedeniyle mekânın müdavimi oluyoruz gidene kadar. Tam da Eskişehir Garı’nın karşısına denk düşüyor burası. Dışarıdan pek hoş görünen gara baka baka kahvaltı ediyoruz. İçini çok hayal etmiş, fotoğraflarda hayran kalmıştım ve ilkin orayı görmek isteyecek, ama ilerleyen saatlerde bunun en azından bu defa mümkün olamayacağını da fark edecektim.
Çünkü garın içini gezebilmek için kurum izni gerekiyordu, olamadı. Bir dahaki sefere dedik. Diğer merak ettiğim yer; Devrim Arabaları’nın yapıldığı Cer Atölyesi idi… Filmini izlemiş, üzerine okumuş, başmühendisin kızı ile söyleşerek, derleyip kitabıma almıştım. Bu sebeple ayrı bir hassasiyet taşıyordu yüreğimde. İdealist mühendislerimize bir selam çakmak için Cer Atölyesi’ne, gardan öteye epeyce yürüdük. Buraya gelip o güzelim yiğit insanlara hürmetlerimizi sunmasak olmazdı. Ertesi günse dört tane yapılan ama faili meçhule karışmış gibi akıbeti belli olamayan Devrim arabalarından geriye kalan, beyaz Devrim’i Odunpazarı beldesinde, TÜRASAŞ Devrim Arabaları Müzesinin sergisinde görecektik.

Odunpazarı için sabahın erinde yollardayız. Otobüs durağında kuvvetle ihtimal Eskişehirli olan iki kişinin konuşmasına şahitliğimizle basacağız neredeyse kahkahayı ama dişimizi sıkıyoruz.
“Bugün hava 35 derece, aşırı sıcak.”
Bize göre sıcaklığın 40 dereceyi geçtiği, nemin de katma değer olduğu İzmir’den gelene cennet gibi hissettiren bir hava neticede.
Bir tramvay cenneti olan şehirde:
– Odunpazarı için nerede inebiliriz? sorumuza,
“Durağında” diye yanıt verince artık kendimizi tutamayıp gülüyoruz. Tatlı amcam sonrasında silkinip, epeyce ayrıntılı bilgi veriyor, var olsun.
Odunpazarı neredeyse müzelerle donatılmış özel bir alan.
Vakarlı duruşuyla ziyaretine gelenleri karşılayan, Devrim arabamıza yaklaşıyoruz gayet saygılı bir iç geçirmeyle… Nasıl da gururla bakıyor etrafına “Ben çalıştım bir kere sadece benzin koymayı unutmuşlar.” Duyuyorum, gözlerim yerden kalkmıyor.
Stephen King’in “Christine” isimli kitabından sonra bir araba konuşturan ilk kişi benim sanırım.
Gez gez bitmiyor meraklısına Odunpazarı. Müzelerin dışında UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olup, gözlerimizi şenlendiren, rengarenk Tarihi Odunpazarı evlerinin, ince hamurlu çiğ böreklerinin ve helvaların bol olduğu bir alan. Hiçbirinin hatırını kırmıyoruz merak etmeyiniz…

Eskişehir, yeşili bol, sokakları tertemiz, müzeleri çok olan bir güzel şehir…
Kadınlı, erkekli sokakta, gölgelikte oturmayı seven başka şehir görmedim ben. Sakin, amaçsız oturmanın hakkını veren oturmalar bunlar, telaşlı, gergin koşar adım yaşamayı sorgulatan oturmalar. Öyle demeyin, mevzu derin, epeyce düşüneceğim bu durumu.
Söyledim yukarıda şehir baştan sona tramvay ağları ile sarmalanmış ve ulaşım pek kolay. Hoş, yürümeyi sevenler için her yeri adımlarınızla alabileceğinizi hatta yorulduğunuzda heykelleri olan sevimli banklarda rahatça dinlenebileceğinizi de bilmenizi isterim.
Birbirine saygılı, medeni, güler yüzlü oldukça sakin Yunus misali insanların olduğu telaşsız şehrin özellikle Porsuk Çayı, Adalar bölgesinde oldukça fazla sahaf bulunması da güzel ayrıntılardan.
Piyano sesini duyarak içine girdiğim yer; bir belediye kafesi, tekrar tekrar bakıyorum tabelaya neredeyim ben? Doğru okumuşum, burası bir belediye kafesi…
Her yerde, Odunpazarı’nda, Venedik gibi olan güzelim Porsuk civarında, oluşturduğu yapay deniz ve plajında; doğrusu Eskişehir’i Eskişehir yapan her dokuda Yılmaz Büyükerşen’i minnetle anmak gerekiyor. Kendisinin oluşturduğu bu saygı ve sevgiyi sokaktaki insanın yüzünde hissedip, dilinde de duyabiliyorsunuz. Ne mutlu. Şöyle demiyor muydu şair: Avâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal/ Bâki kalan bu kubbede hoş bir sâda imiş.

Öğrenci şehri Eskişehir. Her sokak onların cıvıltıları ve renkleri ile menevişleniyor. Özellikle Porsuk civarında şarkı söyleyen gençler; ne güzelsiniz siz, nasıl bir enerji bulaştırıyorsunuz insana… Çokça, umutlu ve özgür yaşayın e’mi!
Bu arada şu gözlemimi de aktarmadan geçersem Eskişehir insanına haksızlık etmiş olurum, olmaz. El sanatlarıyla, çarşıları ile eskiyi korumaya özenli halk yeniyi getiren öğrencilere garabet gibi bakmıyor, onları yadırgamıyor aksine hoşgörülü bir kabulle onlara ihtiyaçları olan alanları bırakabiliyor. Tüm bunlar gece dahi dolaşılabilen güvenli bir şehir haline getiriyor ve bu çok kıymetli.
Eskişehir öğrenciyi olduğu kadar emekliyi de hoş tutan bir şehir. Sakin dingin, parklarda, gölgelerde oturan insanlar kadar ülke gündemini sıkı takip eden, tepkisini imza kampanyalarıyla yürüyüş ve eylemlerle çekinmeden sergileyen insanları da ayrıca dikkat çekici ve bu kesimin azımsanamayacak kısmı da emekli.
İzninizle şu araya Eskişehir Atlıhan El Sanatları Çarşısı, Arasta Çarşısı, Haller Gençlik Merkezi, Tepebaşı Kültür Merkezi gibi kayda değer diğer güzellikleri de koyayım da es geçmeyin…

Son gün Sazova Parkı’nda gözlerimizi yeşile batırıyoruz adeta. Ruhumuz dinleniyor.
Dönüş mecburen otobüs ile olacak. Eskişehirli yazar, ressam arkadaşımız Münevver İzgi büyük incelikle uğurlamak istiyor bizi. Tramvay ile otogara geliyoruz. Tertemiz oluşu hemen dikkatimi çekiyor başka önemli bir şey daha var dikkat! Hiçbir yerde göremeyeceğiniz bir yazı var tuvaletlerin üstünde: “Tuvalet ücretsizdir.” Elimdeki eşyaları ve kitabı dışarıdaki masaya bırakıp içeri giriyorum, inanılır gibi değil, gerçekten pırıl pırıl. Oradaki görevliye temizlik için teşekkür etmek istiyorum. Masaya bıraktığım kitabımdan başını kaldıramayan temizlik elemanına “Ne kadar temiz, elinize sağlık” derken onun gözlerinin hâlâ kitapta olduğunu görmek etkiliyor beni. “Kitap sever misin?” diyorum. “Çok” diyor. Şuraya gösteriş için yazmam bunu inanın kitaplarımı vermekten hiç hoşlanmam ama elimdeki imzalı kitabı armağan olarak veriyorum, hiç mi hiç içim kalmıyor bu sefer. Murat Tuncel beni affetsin “İnanna” kitabı Eskişehir sokaklarında gezecek artık.

Otobüse yaklaşıyoruz birazdan bineceğiz. Karşımızda üstüne ışık vurmuş duvar kenarında bekleyen kıza takılıyor gözlerimiz. Münevver İzgi’nin ressam ve öykücü gözü bu sinematografik kareyi kaçırmıyor. “Tam öykülük” derken hırsızlama bir kare çalıyorum o güzelim kızdan Münevver’e yollamak için. Eminim muhteşem bir öykü yazacak ona bakarak.

Vedalaşıp yerlerimize geçiyoruz, üç günün değme keyfi kaçıyor.
Eskişehir masalı arkamızda kalıyor. İlk kez İzmir’e dönerken burukluk hissediyoruz.